13 Aralık 2009 Pazar

Ikna


Saçlarını topuz yapmış, dudaklarını büzmüş, kırıtarak odaya girdi. Ciddiyeti başka şeyler düşündüğünden ileri geliyor gibiydi. Aklı hep başka bir yerde. Başka yerden getirdiği besbelli olan düşünceler olmasa bir anda bambaşka kimliklere bürünebilir, aniden değişebilir miydi? Aklı belki de aynı anda bir kaç yerdeydi. Dünyada onlardan çok yoktu. Kişilikleri birden fazla olanlardan farklı olarak onlarda aynı anda birkaç kişi yaşıyordu. Bunu ilk günden bilemese de sonra öğrenecek ve ona yardım edecekti. En azından deneyecekti.
Jack- Merhaba.
Samara- Merhaba! Hoşgeldiniz.
Jack- Hoşbulduk. Buraya mı oturuyorum.
Samara- Evet sizin için herşeyi ayarladık.
Jack- Teşekkürler.
Jack 6 ay boyunca Samara'yı izledi. Onunla pek çok insanın konuşmadığı şeyleri konuştular. Samara'nın kalbi ulaşmak için pek çok macera atlatılan ancak ulaşıldığında görülense karanlık boş bir hücreyi andıran rutubetli bir yerdi. Jack dünyada ulaşılması zor ne varsa hepsinin bir değeri olması gerektiğini biliyordu. O halde niçin Samara'yla ilgili sürekli başarısızlığa kapıldığını hissediyordu? Kurallara uyarak ona yardım edemeyeceğini anladığında birşeyler için artık çok geç kalmıştı. Her zaman kendiyle ilgili önkabulleri olmuştu. Belki de hala yok olup gitmediyse bunun sayesinde olduğunu düşünüyordu. Onun için insanın değeri herşeyin üzerindeydi. Aslında böyle olduğu için var olduğuna inanıyordu. Onun temsil ettiği şeyi temsil edecek bir başkası olsaydı belki de bu kadar fazla çaba göstermesine gerek kalmayacaktı. Ah keşke bunu bilebilmenin bir yolu olsaydı. Ya da kendi gibi biriyle yolları bir kez olsun kesişseydi de buna inanabilseydi. Başka şeyler denemeye karar verdi. Tekrar eski günlerde yaptığı gibi enerjisini bedeninden ruhuna kaydırdı.
Bu süreçte yaklaşık on kilo kaybetmişti. Samara'yı kurtarmak artık onun için neredeyse bir son hedef anlamına geliyordu. Belki bunu başarırsa bundan sonra bambaşka biri olabilecekti. Kendini bir şekilde bunun son görevi olduğuna inandırdı. Aura'sı neredeyse gözle görülebilecek şekilde genişlemişti. Elleriyle insanları tedavi edebiliyor, söylediklerine insanlar daha kolay ikna oluyorlardı. Kendi iyiliği için kandırıldığını bilse bile bir insan kandırılmanın yükünü asla taşıyamazdı. Bilmek gerçekten başka bir boyutta tecrübe edilebilecek bir şeydi. Bildiğini sanmak ise tüm insanların en büyük zaafıydı. Jack Samara'ya baktığında kişiliklerinin renklerle ifade edildiğini sonunda farketti. Samara 5 karakter ya da 5 ruh taşıyordu. 5 temel rengin özelliklerine uygun olarak gün içinde bile sürekli değişen tutarsız bir kişilikle hayatında ki herşeyin elinden kayıp gitmesini seyrediyordu. Aslında ortada bir beden ve onu paylaşamayan 5 ruh var gibiydi. Jack kendi 7 ruhunu düşündü. Onlarla nasıl uyum içinde olduğunu, nasıl birbirleriyle anlaştıklarını düşündü. Demek ki sorun onları anlaştırmakla çözülebilecekti. Hepsini bir bir ikna etmesi gerekiyordu..

Samara'ya doğum gününde siyah sayfaları olan bir defter ve beyaz bir kalem hediye etti. Samara hayatında aldığı en güzel hediyenin bu olduğunu söyleyerek o günden sonra farkında olmadan mücadeleye katıldı. 5 ruh zaman içinde, -duru bir suda izleyebileceğiniz japon balıkları gibi- sırayla ve merakla deftere yaklaştılar. Siyah ve beyazla karşılaşınca hepsi kendinin aynı tarafta yer aldığını hissetmişti. Bu huzursuzluğu ancak yazarak içlerinden atabileceklerini anlamaları fazla sürmedi.

Yesil- Jack iyi bir adam. Onu seviyorum. iyi ki tanıştık ve hayatıma girdi. Onun sayesinde eskiden yaptığım hataları tekrarlamayacağımı hissediyorum. Ona herşeyimi açmalıyım.
Sarı- Jack benim için ne düşünüyor acaba.. Aslında fena biri değil ama kimseye güvenemem bazı şeyleri saklamalıyım.
Kırmızı- Jack mi? O yokken ben vardım.. Ona güvenmem için bir neden yok. Eğer biraz olsun mutlu olmak istiyorsa benim desteğime ihtiyacı olduğunu anlar ve kendini bana açar. Belki ona yardım etmeye karar verebilirim.
Mavi- Jack de kim? Neden kendim dışındaki şeylerle ilgileneyim. Benim hayatım üzerinde yeterince düşünülmesi gereken detay var. Beni meşgul etmesin kimse..
Mor- ...
Jack, kendisinin gizlice okuyabilmesi için Samara'nın bilerek yanında tuttuğu siyah sayfalı defteri fırsat buldukça okudu. Vakti olmadığında yazılanları evde analiz etmek için fotokopi makinasında sayfaları çoğaltırken çıktılara bakarak gülümsedi. Fotokopi makinası da onun kadar eğlenmiş miydi?

Jack Samara'nın öğrenmesi gereken herşeyi ona anlattı. Ona bir sürü yeni dünya açtı. Ruhlarını özgürleştirdi. İçlerinden biri belki de ilk kez gözyaşlarıyla dışarı çıkabilmişti. Kimisi başka yerlerde başka bakış açılarıyla edilen sözlerle dışarı çıkma fırsatı buldular. Teorik olarak bu sürecin kendilerini tanımaktan öte birbirlerini tanımak ve alışmak süreci olması gerekiyordu.
Fakat Samara günden güne kötüleşti, kendinden uzaklaştı. Her ruh özgürlüğün tadını almış her biri tek başına yaşamak ister olmuştu. Samara onlara ihtiyacını duydukları barış ortamını bir türlü sağlayamamıştı. Barış için teslimiyet gerekliydi. İç huzuru bulmak için onu geçmişine ya da alışkanlıklarına bağlayan zincirleri kırması gerekiyordu. Fedakar olan ruhunu ön planda tutması gerekiyordu. Sanki bilinmeyen bir güç her olumlu adımına mani oluyor gibiydi. Aylar böyle geçti.
Ayrılık zamanı gelmişti. Samara hiç bir tedaviye cevap vermemiş daha da kötü olmuştu. Jack onu karşısına alıp konuşmanın zamanı geldiğini hissetti. Sahilde her zaman gittikleri kafeye, dalga seslerinin her sesi bastırdığı özel masalarında oturmaya gittiler. Garson yanlarına uğramadı. Sanki yok olmuş gibiydiler. O an hiç yaşanmamış gibiydi. Onları kimse görmeyecek konuştuklarına hiç kimse şahit olmayacak gibiydi. Jack gülümseyerek ona baktı.
Jack- Samara, bugün geleceğini gördüm.
Samara- Öyle mi. yine mi kötüydü?
Jack- Tımarhaneye kapatılmıştın ve kimseyle konuşmuyordun.
Samara- (Gülümseyerek) Sanırım sonunda o olacak.
Jack- Sonra ben geliyordum pencereden beni görüyordun. Elimde kırmızı kurdeleli sarı bir zarf vardı.
Samara- Bana mı?
Jack- Evet sanırım. Siyah defterinin fotokopilerini getiriyordum.
Samara- ...
Jack- Ne bakıyorsun?
Samara- Ben sana inandım, her söylediğine. Ne dediysen uymaya çalıştım.
Jack- Biliyorum. İlk günden beri söylediğim herşey içine sızmak için kafana yerleştirdiğim bir virüsten başka birşey değildi.
Samara- Jack neden bahsediyorsun!
Jack- Kucaklamalarımla seni sevdiğime inandırıp istediğimi yaptırıyordum.
Samara- Jack gerçekten sınırı aşıyorsun!
Jack- (Gülümseyerek) Gel buraya gel, nasıl inandın ki buna..
Samara- !?!?
Samara bir süre anlamaya çalıştı..
Jack- Mücadele etme Samara. Bu sorun içinden mücadele edilerek çıkılabilecek birşey değil.
Samara- Sana nasıl güvenebilirim ki!
Jack- Güvenmen gerekmiyor. Anlaman gerekiyor. Yazdıkların ve yaptıkların düşünülürse benim de sana güvenmemem gerekiyor. Ancak bu bir güven meselesi değil. Ben sana bana vereceğin zararları bilerek nasıl yaklaşabiliyorsam sen de kendine vereceğin zararları görmezden gelerek kararlı olarak bu yolda ilerlemelisin. Elin yanmadan birini ateşten çekip alamazsın.
Samara- Anlamıyorum.
Jack- Anlamıyorsun çünkü öğrendiklerine çok bağlısın. Beslediğin büyüttüğün şeylerin bir gün elinde hiç birşey bırakmadan kaçıp gitmesinin normal olduğunu anlayamamışsın. Çocuğun olup seni terkettiğinde anlayacaksın. Hiçbirşeyin o kadar önemi yoktur. Senden başka. Hayatını toparlaman, kaybetmeye yüklediğin gereksiz büyüklükteki anlamı görmezden gelebilmene bağlı.
Samara- Anlamı yüklemişsin bir kere görmezden gelmekten başka şansın yok mu diyorsun? Ne var ki hayatımda hiçbir şeyi görmezden gelemedim.
Jack- Artık mücadeleyi bıraksan iyi olur. Hırsların seni ulaşmak istedikleri yere varamadan tüketecek.
Samara düşünür gibi Jack'e baktı. Jack masadan kalkıp giderken son sözünü söylemiş olmanın rahatlığında ilk kez Samara'nın ne düşündüğünü ve sonuçlarının ne olabileceğine kafa yormadan sahilden uzaklaştı.

6 Kasım 2009 Cuma

Dûja ile Hürban – Bölüm 3 (Son)

Hürban asmanın altında gölgeler arasında Dûja'nın belirdiğini farketti. Yavaşça ona doğru yaklaştı. Dûja, Hürban'a arkası dönük yukarı bakıyordu, yaklaştığını farketmemişti. Hürban acaba yine içinden ne geçiriyor diye düşündü. Sanki yok olup gideceğinden korkarmış gibi sessizce ismini söyledi.
D- Merhaba nasılsın?
H- İyiyim sen nasılsın?
D- İyiyim ben de. Minareye bakıyordum. Gel tam bu noktada durup baksana.
H- Hmm evet çok güzel bir görüntü yakalamışsın. Dolunay, palmiyeler ve aksam mavisi..
D- Düşündün mü Hürban?
H- Neyi?
D- Bana soracağın soruyu..
H- Biraz..
D- Neden sormuyorsun?
H- Bilirsin bir hakkın varken onu hemen harcamak istemessin.. Yani geri dönüşü yok ki bunun.. Vazgeçtim şu olsun diyemem sonra.
D- O kadar büyütme hiç birşeyi ki gözünün önünde büyüyüp arkasındaki gerçekleri görmeni engellemesin..
H- Biliyorsun işte. Doğru tahmin etmiştin. Beni ne kadar sevdiğini, hep sevmek isteyip istemediğini, hep yanımda kalıp kalmayacağını soracaktım.
D- Ama bu benim cevap verebileceğim birşey değil ki. En azından doğru söyleyeceğimden emin olabileceğim ya da söyleyeceğim şeyin hep doğru kalacağının garantisi olmayan bir şey.
Dûja haklıydı. Aslında zaten onları bir arada tutan şey bitmiş de olsa birşeyin sürebileceği gerçeğinin ta kendisiydi. Bazı şeyler için bitmek diye birşey söz konusu değildi. Türküden alınan zevk defalarca dinlense de bitmezdi. Olağanüstü etkiler tüm sıradan varoluşlar arasından sıyrılır hepsini ve kurallarını yıkar geçer kendi varlıklarını gösterir ve çok isterlerse orada kendi kurallarıyla kalıcı olabilirlerdi. Ölüm vardı ama ruhun varlığını yok edemiyordu. Birşeyin sürekli olup olmayacağından korkmak o an için yersiz bir korkuydu. Hürban'ın garantiye almak istediği şey bir sevgi ya da dostla sınırlı değildi. Aslında onun hayallerindekiler, bir insanın ona verebileceklerini çok aşıyordu.
H- Olsun niyetini bilmek istiyorum. Garanti istemek değil ki bu. Bugün bana doğruyu söylemek yarın farklı hissettiğinde seni sorumlu kılmaz ki. Sen değişmişsindir. Bambaşka düşünceleri olan yeni biri olmuşsundur. Ben seni her gün yeniden her gördüğümde yeniden seviyorum. Yani her gördüğümde yeniden sevdiğimi anlıyorum.
D- Evet haklısın. Doğru söze ne denir.
H- Biliyorum basit olmamı istemiyorsun. Seni zorlamamı istiyorsun.
D- Anlamanı.. sadece anlamanı istiyorum hepsi bu.
H- Ama bugüne kadar olan biteni düşündüğümde bu imkansız gibi değil mi?
D- Çaba harcadığını görmek bana yeter. Yeterince harcadığını göremiyorum.
H- Bunu bana nasıl söylersin..
D- Alınma ama herşeyin bir göstergesi vardır. Biz işaretlere bakarak yorumlar yargılara varırız. Benim için önemli olan beni anlamaya çalıştığını gösterecek şey bana sorular sormandı.
H- Sorduğuma bin pişman etmesen..
D- Şikayet etme.
H- (Gülerek) Sen herşeye değersin.
Gölge büyüdü sanki. Sanki araları açıldı. Sanki uzaklaştılar. Sanki bir an Dûja asmanın altında bir ağaç gölgesi; Hürban duvar kenarında yalnız bir bank oldu. Hürban'ın aklından geçen son şey anlamaya çalıştığı o görüntüydü. Bir sevgilinin karanlığa yakın loşlukta çok uzaklardan yürüyen hali.. Anlamaya çalıştığı şey öyle bir belirsizlik ki, yürüyen sevgili geliyor mu gidiyor mu belli değil.. İnce bir hat üzerinde bir yürüme hareketi.. Bir hayal gibi..
Bazı gerçekler vardır. Hayaller ve gerçekler karşıtlığındaki gerçekleri temsil etmeyen gerçekler.. Gerçektirler ama sadece ve sadece tek diğer gerçek için. Bir hayal ürünü olsalar bile insan onlarla tanışınca gerçek bir ölüm görmüş gibi, gerçekten acıkmış veya üşümüş bir annesiz çocuk görmüş gibi üzülür. Daha iyi anlatmak gerekirse yüreği burkulur. İnsan başka zamanlarda her nasılsa veya neyse o an aslında gerçekten insan olur. İnsan (yazar) bir öykü kahramanı gibi hayal ürünü de olsalar; gerçekte birbirlerini çok severek beraber iki yıl geçirmiş ne yazık ki severek ayrılmış iki insanın birbirlerini aynı anda düşündükleri zamanlarda kendilerinden (gerçek benliklerinden) habersiz buluşan, konuşan, onların gerçekte birlikteyken değerini bilemedikleri pek çok güzel anı paylaşan iki hayalî sevdalıyı yazarken bile bunu daha fazla seyretmeyi kaldıramaz. Bunu daha fazla sürdürmeye dayanamaz. Neler olduğunu hiç bir zaman anlamayacaklarını bile bile onları mekanı zamanı belirsiz zamanlarda buluşturup bir yerde başkalarının onlara acımasına izin veremez. Belki de "hayal" denilen güzel bir bağı sürdürmek, adına "gerçek" denmiş bir yaşanmışlığı yok saymaktan iyidir. Kimbilir belki de aslında acınası durumda olan geçmişin sevdalıları, bugünün yalnızlarıdır.. Bir eşyayla, bir kelimeyle, bir duyguyla birbirlerini düşlerken zamanı ve mekanı olmayan hallerde buluşan hayalleriyse onlara göre daha şanslıdır.. diye düşünerek avunur..

3 Kasım 2009 Salı

Dûja ile Hürban – Bölüm 2

Onu ilk gördüğü an ilk farkettiği şey özleminin sonsuz boyutu oldu. Kimbilir ne kadar zaman olmuştu görmeyeli. Bunu aslında iki gün bile olmuşsa bir önemi yok, ona çok uzun geldi demek için söylüyorum. Aradan geçen zaman bizim zamanımızdı onlarınkini bilemezdik. Hürban aceleyle ilk hamlesini yaptı:

H- Ölümsüzleştireceğim yaşadığımız şeyi. Buna engel olmaya çalışma!

D- İstediğini yapmakta serbestsin. Sonuçlarına katlanmak şartıyla insan herşeyi yapmakta serbesttir.

H- Beni tehdit mi ediyorsun diyeceğim ama sen yine öyle bir cevap vereceksin ki..

D- Dememiş olmayı seçmen için çok geç değil. Sana süre vereyim mi?

H- Tamam gerek yok. Zaten şu anda seninle mücadele edemem. Kendimi vermem gereken bir projem var ve bunun için malzeme depolamalıyım.. Hatırlıyor musun hani..

D- Dur öncelikle şu kitap fikri mi yine ortaya çıktı onu sormak istiyorum.

H- Evet biliyorum senden önce davranmamı iste..

D- Hürban sorun önce davranmakla ilgili değil. Zamanın doğru olduğundan emin olmadan bunu yapamazsın. Ne yazacaksın? Hatırlayabildiğin ne var söyler misin?

H- Ben durup anlamayı beklemek için zaman yok diye düşünüyorum. Hatta bence acele edilmesi gerekiyor. Bu benim fikrim ve evet sonuçlarına katlanacak ve bunu yapacağım.

D- Kitaplarla ilgili tek bir anın geliyor aklıma.. Hani şu okusunlar diye verdiğin kitapları kağıt diye topladılar.. Teşekkür de etmişler miydi?

H- Düzgün bir şeyimi iyi bir şeyimi hatırlıyor musun acaba Dûja?

D- (Gülümseyerek) Var mı orijinal bir fikrin bir sunum bir şablon? Beni öylece malzeme yapmana izin veremem.

H- Bir kere senden izin istemediğimi hatırlatayım hayatım. Hatırlayatım.

D- Hah! Gerçekten güzel kelime oyunu bu mu olacak farkın?

H- Bazı kelimeleri bilerek yanlış yazmayı düşünüyorum. Şifre veriyorum zannedecekler. Önceleri dizgi hatası sanılacak sonra sıklaşacak..

D- ....

H- Ne?

D- Şu dağları görüyor musun? Mum gibiler. Hani erirken ki halleri. Işığı ne gün ağarmasına benziyor ne gün batımına. Ben olsam öyle yaratırdım.. En azından bundan sonraki dünyalarımı..

H- Hangi dağları?

D- Ee? Yeni Sait Faik olacaksın yani öyle mi?

H- Ölüler yarışmaya devam eder. Oysa ben ölülerle yarışmam.. Yaşıyorum ben Dûja..

D- Buna yaşamak denirse Hürban..

H- Sen böyle olduğun için olduğum gibi olmaktan vazgeçemiyorum. Yani beni harekete geçirecek birşey yapmıyorsun. Bekliyoruz Dûja. Nereye kadar? Neyi bekliyoruz. Heryere Ne Zaman? yazıp durmuşsun.

D- Sen ne zaman okudun benim yazdıklarımı?

H- Boşver aklımdan gitmeyen çizimler, yazılar.. Kağıtların renkleri bile aklımda. Bazı şeyleri bu kadar net hatırlarken zamanı mekanı anlayamamak düşüncemi durduruyor..

D- Boşver bak sen de benim geldiğim noktaya geliyorsun işte..

H- Sen kalmaktan, durmaktan, beklemekten sabit olmaktan bahsedip duruyorsun. Bense değişimden, hareketten, aceleden bahsediyorum. Herşey değişiyor fikrinden hareket ediyorum. Kuşlar bile oruç tutar derdi babaannem Ramazanlarda. Bakıyorum gayet güzel otluyorlar oruç tuttukları yok!

D- Otluyorlar?

H- Yemliyorlar.

D- Yemliyorlar?

H- Güneşi bazı sabahlar kuşlar şeklinde hayal ediyorum Dûja.. Ne olmuş kuş sürülerine özenmiş onlar gibi parça parça.. Herkes birbirinin yerine oynuyor.. İnsan sonunda doğayı da kendine benzetti değil mi?

D- Güzel bağladın Hürban.

H- Biliyor musun kitabın kapağını hazırlattım bile.

D- Öyle mi..

H- Evet. Kapak için bir kaç tasarım içinde ilk yapılanı seçtim.. Sonrakiler daha güzeldi ama ilk olmanın anlamı güzel olmanınkinden daha fazlaydı..

D- (Gülümseyerek) Hürban?

Onu son gördüğü an ilk farkettiği, söylemek istediği şeylerin sonsuz boyutu oldu. Kimbilir ne kadar zaman sürmüştü birliktelikleri. Bunu aslında iki yıl bile olmuşsa bir önemi yok, ona çok kısa geldi demek için söylüyorum. Aradan geçen zaman bizim zamanımızdı onlarınkini bilemezdik. Dûja sessizce başını önüne eğdi..

1 Kasım 2009 Pazar

Dûja ile Hürban – Bölüm 1

Yine uzaklara dalmış beni şimdilik rahatsız etme der gibiydi. Oysa aylar sonra yanyana gelebilmiştik, onu özlemiştim. Sormak istediğim, söylemek istediğim ne çok şey vardı.. Tam ona doğru dönüp birşey diyecek oldum bana baktı. Bana mı öyle geldi dedirtecek kadar kısa süren bir gülümseme belirdi yüzünde..

H- Dûja, kesin olarak doğru cevabı verecek olduğumdan yüzde yüz emin olsaydın bana ne sorardın?

Gözlerimin ta içine bakıyordu. Yanlış bir hamle mi yapmıştım? Zaman geçtikçe ne kadar akıllıca bir şey yaptığıma ben emin oldum. Öyleyse bu suskunluk bir an önce son bulmalı değil miydi?

D- Senin sorduğun bu soruyu sorardım.

İşte yine yapacağını yapmıştı. Gir aklımın bahçesine oradan ne duymak istiyorsan al ve sana kesinlikle doğru cevabı vereceğim demek istediğimi anlamış, nasıl ondan bir cevap bekliyor olacaktıysam şimdi o benden bekliyordu. Hem bu sefer benim kesinlikle doğru cevap vermem gerekiyordu. İlk hamleyi yapmak her zaman bir risk almaktır. Hem de Dûja’ya karşı akıl yürütmeye kalkmıştım. Tek istediğim sevmek sevilmekti. Sevmek ve sevilmek meselesine takmıştım. Niçin herkes ya da en azından sevdiğim bu konuda benim kadar duyarlı değildi?

Bana baktı.

D- Hürban, seni elbette seviyorum. Bunu sürekli olarak söylemem gerekmiyor. Ama uzaktayken beynimi yokluğuna hazırladığım için, şu an biri var evet seviyorum ama ona daha ulaşamadım gibi hissediyorum..

Bazen bir cümle iki sene önce gördüğüm bir rüyayı ilk kez aklıma getiriyor. Beynimde olayların sırası nasıl yerleştirilmiş bilmiyorum. Onu dinliyorum her görüşmemizde sanki yeni bir şey söylemek istiyor ya da benim anlamamı bekliyor ama ben bir türlü sona varamıyordum. Ona hiç dokunabilmiş miydim hatırlamıyordum. Herşeye son vermek, sonucunu düşünmeden bir hamle daha yapmak, kaybetmekse sevdiğine karşı kaybetmek diye düşündüm. Keşke şimdi birşey olsaydı. Herhangi birşey olsaydı da eskiden duyduğum herşeyi unutsaydım.

D- Beni affet.. Cümlelerinin arkasından bana daha önce söylenenler görülüyor. Ya da hep nefret ettiğim dünya gerçekleri.. Sen değilsin tepki verdiğim. Bilindik cümleler.. Manasız..

Yine bana baktı. Bu kez elimi tuttu..

Zeki olduğumu bilirken onun gerisinde kalmak beni çok etkiliyor.. Ne yapmaya çalışıyor acaba? Elimi sıkıca tutup bırakıyor. Hepimiz bir dalgayız diyor.. İçiçe gececekmiyiz onu anlamaya çalışıyor.. Ah Dûja bir bilsen sen bu keşifleri yaparken ben neler hissediyorum!

H- Sana ulaşmak için okumadığım kitap kalmadı. Ama ne yazık ki şu beynim.. Krişnamurti’den aklımda yalnızca bir el hareketi kaldı..

D- (Gülümseyerek) Ne kadar uzakta tutsam da yüzümü gösteremeyen bir ayna gibisin sen..
H- Bana küçük mü dedin?
D- Hayır yeterince uzak değilsin demek istedim..

Ayrılma zamanının yaklaştığını hissetmiştim. Kimbilir onu yine ne zaman görebilecektim. Nerdeydik ne zaman buraya gelmiştik bilmiyorum. Bir kesinsizlik vardı. Bir maddeden yoksunluk.

D- Sana elimi verir gibi yapıp geri çekerdim. Başka hiçbir insanın tanışmadığı bir duyguyla yapardım bunu. O an eğer verirsem hayatının bir yönde, eğer vermezsem başka bir yönde gidecek olduğuna inanır, sanki onu test eder ya da anlamak isterdim. Onun için zordu benimle konuşmak. Ama sen hep..

Tam bu sırada herşey bitti. İşte bu nedenle kayıt etmeye başladım. Ben Hürban. Bizi kitaplaştıracağını söylüyordun hayalim.. Beni affet senden önce davrandım.. Ancak tüm gayretlerini boşa çıkarırsam var olabileceğimi anladım.

29/3/2009 Hediye Kartı

Sevgili Giselle,Bugun dogum gunun oldugunu hatirladigima oyle sevindim ki anlatamam.. Uzun zamandir bekledigim bir seyi yapmak icin bundan guzel firsat olamazdi. Sana Fransa bozkirlarindaki tum sumbulleri vermek isterdim ama olmadi. Biliyorum ki yaptigim bagislanamaz birseydi. Ancak beni affetmen icin herseyi evet herseyi yapabilirim Giselle!Gisebella, yaban mersinim.. Gercek sevgi nefrete mahsup edilemez. KEske zamani geri dondurebilseydik. Tek istegim bunu yapabilme gucum olsaydi senin icin ne pahasina olursa olsun yapardim. Bunu tum kalbimle soyledigime inanmalisin.. Hersey bitti dedigin gunden beri "bitmek" kelimesinin anlamina sitem ediyorum. Kelimelerden anlamlara donuyorum, tum anlamlara sitem ediyorum. Hayat sensiz oyle anlamsiz ki Giselle..Mutluluklar acilara benzemez Gisiente, tuketilirler. Mutlu olup anilari tuketmektense acilara gomulup seni sonsuza dek sevmeyi tercih ettim ben. Yine de bu yalniz basina katlanilamaz duruma bir nebze olsun serinlik katmama izin ver. Her dugmesiyle tek tek sohbet ederek ilikledigim bu sumbul renkli hirkayi kabul et.. Ne olursa olsun onu bir baskasina verme.. Ceplerine huzunlerimi doldurdum hic degilse onlara var olduklarina sukretme sansi tani.. Birak gogsunde huzur bulsunlar Giselle..Tam duyamadigin sesi dinliyormus gibi yaparsin.. Duymasan da goren birseyi dinliyor oldugunu zanneder.. Onun icin zordur benden birsey almak. Ogut bile alamazken insanlar, sevgilimi elimden aldilar..Seni benimle tanidim.. Cunku seni tanidigimda yaninda ben vardim. Benimle iyiydin.. Benimle sevmistim seni.. Belki de bensiz sevdigim kisi degildin Giselle.. Uzaktan seyretmis de sevmis olsaydim hersey farkli olurdu... Belki fazlasini beklemezdim..
Senin olan,
Jan Pietro

17/10/2008 Normal ?

Yaratıcının biraz şair oldugunu bilirsin. Şiir her yerdedir. Değişmeye karar verdiğim anlar oldu. Sürmediler, hep an olarak kaldılar. Bir insanın ismi “dert” kelimesiyle kafiyeliyse baştan yazılmamış mıdır kaderi? Kader diyorum, vardır.. Baştan yazılan yazı, yani kafiyeler..

Çevremde normal kimse yok. Siz hic kimsenin yapamayacağı –yapmayacağı – şeyleri yapan insanlar grubu icinde buldunuz mu kendinizi? Onların arasında normal olmaya çalışmak dışlanmak demek, anormal olmak demek. Dağa tırmanmaktan bahsetmiyorum. Onu herkes yapabilir.

Tam yirmi dakika gözlerini dikip bana baktı. Bakıyorum gülümsemiyor istifini bozmuyor. Bakıyor ama tanıyormuş gibi degil. Tanıyorum oysa bizim Serhat bu. Bunu kim neden yapar? Ayak uçlarında gidiyor otobüs yaylandıkca bacaklarındaki her kas ve eklem oynuyor. Otobüste ayakta yolculuktan zevk almaya çalışmak ne demek? Hayatın güzel ve zevk alınacak bir şey olduğunu söylemek küstahlığı ve hep aynı saçmalıklar. Kısacası herkes kendini şair sanıyor.. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yanıma geldi. Tepkilerimi ölçmeye çalışırken sinirlerimi yalama yaptınız. Şimdi bana pamuk helva uzatsanız size istediğinizi veremem. Bu aranızda normal olmaya çalışmanın dipsiz bir kuyu olduğu anlamına geliyor..

Herkes hayatına sokacağı insanları iyi seçmeli. Sonradan çok geç olabiliyor. Ben basit bir hayatım olsun istedim. Bir amip olmayı. Kim zamanında terliksi hayvanın ismine ve şekline özenmedi ki, itiraf edin! Mikroskop satın aldım bakmadığım şey kalmadı. Hiçbirşey televizyonda görüldüğü gibi değil. Sonunda herkesin farklı isimlerle çağırdığı gerçeği gördüm. Gerçeklerin tek kaynağını. Hiçbir şey beni şaşırtmamaya başladı, bilirsiniz. Kimine göre hiçbir şeyden anlamayan renksiz biri (şaşırmadığım için bunun başka bir nedeni olamazdı) kimine göre ise anlaşılmaz derecede derinlik sahibi (şaşırmamayı nasıl başarıyor, bizim ulaşamadığımız bir bilgiye sahip olmalı şüphesi).

Uzaklaşıyorum, uzaklaşma hayalleri kuruyorum. Dün bir arabanın gelişini gördüm ve kenarda bekledim aynı anda karşıdan arabayı görmeden gelen bir adama olacakları (merak ve heyecanla) seyretmeye başladım. Yalnızlığı sevemediysen uzaklaştıklarını küçümsemeye başlarsın. Başkalarına yeteri kadar değer vermeyi başaramıyorsanız mikroskop yerine geçecek soyut araçlar bulmalısınız. Çünkü kafiyeli bir düzen içinde bulunmanın yaşattığı gurur okşayan duygu, şu ilkokul müsamerelerinde sacımızın özenle ayrıldığı halimizde ve tertemiz kıyafetler içinde ellerimizi birleştirerek düz durmaya çabalarken yaşadığımız tarifsiz mutlulukla neredeyse aynı.

Çocuk olmayı istemekle o günlerin zayıflığına dönmek istiyor değil insanlar. Büyük şiirin bir parçası olmak istiyorum. Yalnız olmadığımı bilmek istiyorum. Normal olmak istiyorum. Gülmek istiyorum.

29/3/2009 Aşk Mektubu

Giselle'im, dag cilegim...Biliyorum aklinda pek cok soru isaretleri birakarak seni yalnizliga terketmistim. Siradan bir gunde evden cikarmis gibi olsun istemistim.. Donecekmis gibi degil ama, donmeyecegimi dusunmeden... yol boyunca aglamamak icin kendimi zor tutmustum.. Ucmak uzere olan serceler gibi agaclarda titriyordu yapraklar... Yuregim gibi titriyordular Giselle..Hic patlamadi diye bir mayini savasin disinda sayamassin.. Ikimizin de icinde soylenmemis pek cok sey vardi. Savastaydik Giselle.. Insan sevince, bu dayanilir bir durum degildir. Herseyin anlami degisiyor savasta.. Sevgi ve nefret yanyanadir sen hic savas gordun mu Giselle? Veremli bir asker gormustum yataginda eriyen.. Nasil da ozenmistim o muhtac ve daha fazlasini istemeyen basit haline.. Bunu bana sen yaptin sevgili Giselle.. Iyice dusunursen asla utanmazsin, hic dusunmezsen de asla utanmazsin. Biz bu yolun ortasini bulamadik. Ikimiz de hep uclardaydik.. Simdiyse iki ayri uctayiz..Ben senden uzakta golgesinde karanligin bile yerinde duramayip tasmak istedigi bir adam oldum. Zamani geriye almaktan bahsederken ne kadar ahmaklasiyoruz. Zaman nedir ki geriye aksin? Insan caresizlikten neler uydurup onlara inaniyor goruyor musun?Bugulu camlar yazmak icin insani cekerler.. Bugulu gozlerindi beni sana getiren.. O gölün kiyisindaki yesil bayirda yavruagzi saten elbisen icinde semsiyenin ardindan bana ilk bakisini asla unutamam., Sana "ne yapiyorsun?" demistim.. Sen de bana "bekliyorum" demistin.. Sana "neyi bekliyorsun" demistim Sen de bana "neyi bekledigimi bilen birini"... 'Oyle biri var mi' demistim. "Ben de bilmek isterdim" demistin... Soylesene sevgili Giselle oyle birini buldun mu? Var oldugunu hic bilebildin mi?Sana beni hala seviyor musun diye sormayacagim. Cunku bu en cevapsiz sorudur. Sevgi/Ask nedeni olmayan bir bagdir. Bir neden ararsan bulamaman gerekir. Bir nedenle seviyorsan bu sevgi veya ask degildir. Seni sevdigimi bilirsem buna bir neden soylemem gerekir. Seni seviyorum bunu biliyorum cunku boyle boyle.. E demekki oyle oyle olmasa sevmeyecektin.. Bilmiyorum demeli kalp kirma pahasina.. Ya da bir yontemle bunu soyletmeli, cunku duymak da istiyorum! Bu bilgiler bana ait ben biliyorum sevdigimi soyleyemem ama sen soyleyebilirsin senin bilmek gibi bir engelin yok Giselle!!Tum bu dusunce firtinasi beni cok yordu. Seneler sonra sevdigimden emin olup seni terketmekle yanlis yaptigimi anlasam da simdi yeni bir dusunce daha beynimi kemiriyor. Sana zarar verme pahasina yine yaninda kalmali miydim? Sevgimden emin olamadigim icin senden ayrildim, sevdigimi bildim acaba boylesi aci veren bir sevgiyle yanina gelip seni baglamali miydim? Bana bir ruyani anlatmistin hatirliyor musun? Seni kendi ellerimle suya sokup bogarken sen kendi hayatini kaybediyor olmaktan cok suyun altindan bana bakip bunu sana nasil yaptigima uzulmustun daha cok..Seni oyle cok sevdim ki kendimden kurtarmaliydim. Umarim bir gun tum acilarimiz son bulur ve sessiz, ruzgarli, yalniz bir deniz feneri onunde sarilir isiniriz..

Her seyiyle sana ait olan,

Jan Pietro

9/12/2008 Boşluk

Omuz silkmek beni hep haklı yaptı. Hiç birşey umrumda değil ve hiç bir zaman da olmayacak. Boş kafalı insanların boş çabalarına tanık oldum hep. Hepiniz elele tutuşmuş kocaman bir halka yapmışsınız. Koskoca bir sıfırsınız.

Sıfır noktasında olduğumu farkedeli bir ay oluyor. Şimdi hayatımda herşeyin yeri değişti. İlk günlerde içim durulmadan önce nefret ettiğim şeyler zevk aldığım şeylere dönüştü. Taptığım, peşinde koştuğum, canım kadar sevdiğim şeyleri özlemez oldum. Herşeyi sıfırla çarpıyorum artık. Ne kadar büyük ya da önemli olursa olsunlar anlamları yok. Pamuk prenses gibi sevgi dolu gözükebilirken pacalı donumun icinden bir hancer cıkarıp öldürebilecek kadar ne yapacagı belirsiz biriyim o günden beri.

Söylemişti biri, eğer hayatımdan silip atmasaydım şu anda size kim olduğunu söyleyebilirdim. İsmini unuttum. Tasavvufun yoldan çıkmış bir koluna mensuptu. Bir kaç kişiydiler. Herkes isimlerin tecellisidir diye söze başlamıştı. Buraya kadar bir sorun yoktu.. Ancak sonsuz sayıda isimlerden bir tanesi sadece bir insanda gözükürmüş. İnsan eğer onu anlar bulursa yaşam amacına erer sonra ne olurmuş? Ne olurmuş sonra ha? O zaman sormak aklıma dahi gelmemişti. Bugün anlıyorum ve her sunulan bilgiye cevabım tek. “Bundan banane” “Ee sonuç” “Yani ne olmuş ki” “Bunun nesi garip” vs vs..

Tek bir isim var ve bana ait. Bu fikri sevmiştim. Yaklaşık bir sene herşeye o gözle baktım. Evet bir çok isme sahiptim ama sadece bende olabilecek olan hangisi olabilirdi. Anlarsam anladığımı anlar mıydım? Anlasam bunu kelimelerle anlatabilir miydim? Tüm duygular bir yerde birleşiyordu. Sana kötülük yapanı sevebiliyordun. Çok severken nefret edebiliyordun. Öfkenle şefkatin arasında çok uzak bir mesafe yoktu. Güzellik günümüzde kaosla eşdeğer tutulmaya başlanmıştı. Bildiğim birşey vardı heryerde sıfatlar uçuşuyordu. Peki benim farkım neydi?

Kimsede rastlamadığım bir yanımın gelişmesini seyretmek zorunda kaldım. İsmi ararken yaşam amacıma ulaşmaya çalışırken bulduğum şey ya bendim, bana aitti; sevmek zorundaydım ya da bana acı verdiği için çabama isyan etmeli pişman olmalıydım. Her ismi kaldırabilecek kadar büyük müydük ki onu aramaya koyulmuştum. Ya o isim yalnız kalabilmekle ilgili birşey olsaydı da onu bulduğunda dünyan başına yıkılsaydı? Gücümün tükendiğini hissettim bir ay kadar önceydi.

Evet sanırım onu buldum ama kelimelere dökemedim. Kimseyle aynı olmadım ama buna sevinemedim. Yiyen içen gezen tozan ama beyin ölümü gerçekleşmiş bitkisel hayata girmiş birinin umursamazlığına boğuldum. Hiç birşeyi sevemez, hiç birşeyden etkilenmez, hayran olamaz kimseyi beğenmez oldum. Birşey öğrenemedim giderek eski hayatımdan uzaklaştım. Şimdi sadece karnım söylediğinde ona yiyecek birşeyler veriyorum karnımın kölesi oldum. Bunlar benim son sözlerim, son nefes gibi, son caba gibi, son bir gayret gibi, tükenmişliğe ve bitkileşmeye son adımımı atarken son görevimi yerine getirmek istedim.

Kendinize iyi bakın. Ve sakın altına girmemeniz gereken yükleri yalnız başına göğüslemeye kalkmayın. Gerçi umrumda değilsiniz. Acı çekerek öldüğünüzü görsem bunu zevkle seyredebileceğimi hissediyorum. Beni ciddiye almanızı sağlamak için susmam gerektiğini biliyorum. Yoksa sonsuza dek size anlatacağım şeyler olurdu.

1/1/2006 Şura

Şura eve henüz girmişti ki telefonun çaldığını duydu. Ayakkabılarını çıkarmadan iki hafta önce annesinin yerlerde sürünerek sildiği yolluğun üzerinden koşarak geçti.

- Efendim?
- Seni bir tek şartla affederim...
- Ya bıktım artık! Nedir söyle o zaman!
- Bıktığın nedir?
- Bundan.. Senden... Herşeyden! Nedir şartın?
- Sana şartımı söyleyeceğimi nerden çıkardın?..

Telefon kapanmıştı. Son zamanlarda hep asık olan yüzüyle salona girdi Şura. Gözleri neyi gördüğünü bilmeden her yanı dolaştı. Kulağı telefondaydı. Aklı ise çalışma odasında.. Ayakkabılarını çıkarmadığını farketti. Belki de ilk işi onları çıkarmak olmamalıydı ancak Şura herkesin kendinden beklediğini vermek için yaşıyordu. Yüzünü bile yıkamadan üzerine yer silmeye uygun birşeyler geçirdi. Kendi hayatıydı, acılarıydı, çözemediği problemlerdi yolluktaki ayak izleri. Her zaman o anı kurtarmaya çalışır sonra geriye döner gediklerini kapatırdı. Temiz mi gözükürdü temizlik yaparken? Ya aslında görülmesi gereken sürekli pişman olacağı şeyler yaptığı idiyse? Şura bunları düşünemezdi.. Doğru şeyleri söylemeliydi telefondaki sese.. Hayatında bir kere olsun bir şeyi ilk seferde doğru yapmalıydı. Bütün bunlar belki de bunun için oluyor dedi Şura kendi kendine. Belki de doğru cevabı bulabilirim. Nefes alabilirim!..

Şura yolluğu henüz temizlemiş, ayakkabısına düşmanca bir bakış atmıştı ki bir fikir uyanmıştı aklında. İyi bir avukat nasıl sorunu çözemediğinde zaman kazanmaya çalışacaktıysa o da öyle yapacak nefes alacaktı. Belki davanın sonu gelmeden bir göktaşı dünyaya çarpacak ya da sonucu etkileyen birileri eceliyle ölecekti. Tek çare sorunu mümkün olduğu kadar ötelemekti. Bazen bulduğumuz cevaplar aslında işi doğa yasalarının ya da kimilerine göre laderin çözmesi için yarattığımız gecikme anlarıydı. Bir yarabandı gibi, ya da evlenmek gibi.. Aslında hiçbirşey cevabı olduğu şeye direkt cevap değildi. Şura kendinden emin bir şekilde doğruldu. Yerbezini elinde sıktı. Cevabı bulmuştu. Ya da her zamanki gibi öyle sanıyordu..

O gün rahat uyudu. Ertesi akşamı iple çekti ve günlük hayatın gel gitlerinde belki de uzun zaman sonra onlardan hiç etkilenmeyerek gününü tamamladı. Eve geldiğinde saat her zamankinden erkendi. Ayakkabılarını çıkartıp özenle dolaba yerleştirdi. 15 dakika sonra telefon çaldığında mutfak tezgahına dayanmış portakal suyunu içiyordu. Telefonu üçüncü çalışında açtı..

- Naber?

Telefonda bir süre sessizlik oldu. Adam ya da kadın yanlış numara çevirmiş olacağını düşündü.

- Şura Hanım?
- Evet benim?
- Ne oldu ne diyorsunuz?
- Ah evet demem gereken şey.. Bakın size diyeceğim şu. Beni bir tek şartla affedeceğinizi söylüyor ancak ne olduğunu söylemiyorsunuz. Bu bir tek anlama geliyor..
- Yaa?
- Evet öyle, yani demek ki siz affetmek istemiyor, bunun için bir adım atmıyorsunuz. O halde affetmeyin ya da o şartı söyleyin.
- Şura Hanım ben sizi affetmek istesem neden hergün arayayım?
- O halde neden şartınızı söylemiyorsunuz? Ben nereden bilebilirim istediğiniz şeyi?
- Eğer sizin için önemli olsa denerdiniz..
- Neyi deneyeceğim?
- O bir şartım olabilecek herşeyi...

Şura uzun sayılabilecek bir süre telefona baktı. Her sorunun bir cevabı olmak zorunda değildi. Karşısındaki insanlar her zaman onun kadar akıllı olmak zorunda değildi. Evrende herşey mantık zinciriyle işliyor değildi. Kimbilir bu telefonlar başına gelecek en kötü şey bile değildi.

Şura portakal suyunu içmedi. Balkona çıktı ve göç etmeye hazırlanan kuşları seyretti. Herşey aslında sakindi. Rayında ve yolunda gidiyordu. Nasıl olup da şu anki durumuna geldiğini aslında bilmediğini farketti. Küçük sorunların aslında büyük sorunlardan ayrılmadığını farketti. İnsanın olduğu yerde sorunların asla bitmeyeceğini ve sürekli bir anlaşmazlığın hatta bir kaosun yaratılış halinde olduğunu, avukat olmaya çalışmakla bunun tam da içine düşmek üzere olduğunu anladı. Sonraki zamanlarını, sorunları öteleyip yok sayacağı, yalanlarla veya sadece kendini inandırdığı cümlelerle boşlukları dolduracağı avukatlık mesleği yerine, çekici vurup noktayı koyacağı, kendi izlerini temizlemektense insanların hayatlarında doğrudan yeni sayfaları açacağı izler yaratmayı başarıp, geçmişiyle barışacağı Hakimlik mesleği için çalışmakla geçirdi.

28/7/2005 Ressam

"Senden sonra düşürmeye başladım elimden birşeyleri..” Bir mektup yere düşse kırılır mıydı? Hayır mı? O halde nasıl kırılıyor kalpler? Hem de yerli yerlerindeyken?”

Fırçasını yerden alırken düşünüyordu bunları. İçindeki resim yapma aşkı bitivermişti şövaleye takılıp düşen fırçayla. Pek de az işi kalmıştı aslında. Biraz deniz boyayacaktı şunun şurasında. İki üç sandal gölgesi, bir iki ışık oyunu yapıverecekti ne güzel. İlgilenecek birşeyler aradı yalvaran gözleri odada. Herşey onu ittiği için resim yapıyordu zaten. Oysa bilmiyordu herşey seni iterken yapılmazdı resim. Belki tam tersi olmalıydı. Söylemeye hatta düşünmeye bile gerek yoktu aslında..

Belki gözlerimi kapatırsam daha özellikli birşey yapmış olurum dedi. Hem böylece onu iten şeylede yüzleşmeyecekti. Gözlerini kapattı. İleriye doğru sürdü fırçasını. Tuvale dokunduğunu hissedene kadar dümdüz sürdü. Çok eskiden bırakmıştı araba kullanmayı. Sanki bir uçuruma sürer gibi hissetti kendini. Gülümsedi ister istemez. Onu seyreden keyifle yummuş gözlerini resim yapıyor zannederdi. Öyle de oldu..

- Gözleri açıkken müzik aleti çalan biri müziğin bir parçası değildir!

Şaşkınlıkla açtı gözlerini ressam. Sonra gülümsedi.

- “Hay Allah! Yoksa siz.. Herneyse..” dedi.
- Merhaba. Kusura bakmayın kapı açıktı. İçeri giriverdim. Yalnız olduğunuzu bilseydim..
- Hiç önemli değil zaten ben de sıkılmıştım.
- Hiç öyle gözükmüyordunuz!
- Öyle, öyle..

Genelde hiç “öyle” gözükmez ama “öyle” olurdu. Gözleri elaydı örneğin. Ama yalnızca güneş vurduğunda belli olurdu. İnsanların bu konudaki doğal yanılgılarından bıktığı için o dönemde çok zor bulunan kahverengi lensleri getirtti Avrupa’dan. Yeni atölyesi için biriktirdiği paranın hatırı sayılır bir kısmına kıyarak.

- Size birşey getirdim.
- “Öyle mi? Nedir?” dedi sevinerek.
- İçerideki masanın üzerine koydum.
- Teşekkür ederim neden zahmet ettiniz?

Acaba bu tatlı bayana bunca yakınlıktan sonra kim olduğunu sorsa mıydı? Ya da kendisini nereden tanıdığını..Aslında yüzü hiç de yabancı gelmemişti. Ama sanıldığı gibi görsel zekaları çok gelişmiş değildir resim yapanların. Sadece her sanatçı gibi incitmekten korkarlar.

- Ee nasıl gitti sergi? Çok resim satabildiniz mi?
- “Küçük hanım serginin nasıl gittiği ne kadar reism satabilmekle alakalı değildir!” demek istedi. Ancak (ancak hâlâ) ne demesi gerektiğini düşünmekle meşgul olmayı tercih ettiğinden “ He he” diyerek geçiştirdi. Doğal olarak bir sessizlik süreci başladı mekanda. Sonra şöyle dedi.

- Biliyor musunuz bazen kendimle konuştuğum şeyleri başkalarına anlattığımı sanıyorum.

- Nasıl yani? Yanınızda biri mi var sanıyorsunuz?

- Efendim?

- Hani kendinizle konuşurken birisi var sanıyormuşsunuz ya?

- Ben öyle mi dedim?

- Ya ne dediniz?

- Dedim ki bazen kendime ilk kez anlatmaya başladığım şeyler daha önce başkalarına anlattığım şeyler çıkıyor..

- Ne demeliyim bilmiyorum!?

- Aslında sizin dediğiniz de doğru. Bazen kendi kendime konuşurken karşımda biri varmış gibi davranabiliyorum.

- Evet..

- Bizim meslekte bile yalan vardır. Ancak farklı biraz.

- Anlatır mısınız?

- İnsanları kırmamak için her dediklerini anlamış onaylamış gibi yaparsınız.

- Ne gibi mesela?

- Mesela geçen bir tablom hakkında dakikalarca yorum yapan bir beyefendi vardı. Adam her halinden belli kendini herşeyi anlayacak, yorumlayacak, bilecek biri olaran konumlandırmış..

- Ee?

- Bir resmimin karşısında bana anlattı da anlattı. Kent insanının yalnızlığı bir yerde kentin kendi yalnızlığının insanlara yansımasıymış. Ben de bunu karanlıkta uzaktan gözüken gökdelenlerin silüetleriyle iyi anlatmışım, yer yer ay ışığı parlamaları varmış..

- Aa evet hatırlıyorum o resmi!

- Rica ederim sözümü bitirmeden sevinmeyiniz!

- (Gülerek) Ee sonra?

- Dinledim sonrası yok.

- E sözünüzü bitirecektiniz ya?

- E bitirdim ya farketmediniz mi?

- Yoo hayır..

- Ha ha o halde açık olayım! O resim ayakkabı fırçalamak için kullanılarak yıpratılmış eski bir diş fırçasının su birikintisi üzerinde kalan ucunun çok yakından resmedilmiş tablosuydu.

- Ya ay ışığı?

- Diş macunu kalıntıları..

- Ha ha size nasıl imreniyorum bilemessiniz!

- Ah küçük hanım detayları atlıyorsunuz oysa detaylarda gizlidir herşey..

- Öyle mi ne detayı?

- Diş macununun ayakkabı fırçası olarak kullanılmış eski bir fırçada ne işi olabilir kuzum?

- Aa doğru ya hehe .. Siz çok..

- Ben çok evet. O işte. Neyse. Birşeyler içer misiniz? Kola, Fanta? Meşrubat haha!

- Sağolun.. Aslında çok kalmayacağım. Öylesine uğramıştım.

- Biliyor musunuz? Ayakkabılarımı hiç boyatmadım. Boyatanları da anlamıyorum! Bence en onur kırıcı iş bu!

- Çalışmanın onur kırıcı yanı yoktur bence..

Ah sevgili küçüğüm. O fazla saldırgan olmamak için cümlenin sonuna koydupun “bence” seni aptal bir çocuk olmaktan kurtaramayacak. Ben ayakkabı boyatanların onursuz bir iş yaptığından bahsediyorum. Eğer öyle olmasa idi Ben hiç ayakkabı boyamadım. Bo çok onursuz bir iş derdim.

- Ben size soğuk birşeyler getireyim siz atölyeyi gezin biraz.
- Su lütfen..

İçinden “Ne ukala adammış. Acaba evlensek ne kadar zamanda soğurdum bundan” diye geçirdi. “Yine de çok tatlı. Hele gözleri.. Nasıl da akıllı bakıyor! Ne güzel.. İyi ki gelmişim..”

İçeri girdiğinde ilk kez karşılaşmışlar gibi geldi ikisine de. Kız 2 dakikadır görmediği eski hocasını özlemişti. 2 dakikada gözlerine dolan (kızların böyle bir yetenekleri vardır) hasret buğusuyla olacak ona bugün ilk kez böyle baktı. Ressam ise hâlâ onu tanımamış ancak bu sefer galiba birine benzetmiş olacak ona daha bir farklı daha bir uzun baktı.

- Suyunuz..
- Teşekkür ederim.
- Ben de etmek isterdim. Ancak bana getirdiğiniz şey sanırım gerçekten bana değilmiş!
- Ah afedersiniz. Ben yanlış anlayabileceğinizi hiç düşünmemiştim. Tanrım ne kadar da aptalım!
- Hayır hayır önemli değil gerçekten.. Acaba o resimler ne için?
- Ben fikrinizi almak için getirmiştim onları ama istiyorsanız size verebilirim(!)
- Acaba bir ressama resim hediye etmek istemenle ilgilimi konuşmaya başlamalıyım yoksa hediye karşıdaki istiyorsa diye verilmez diyerek mi söze girmeliyim?
- (Suyu içerek) Hocam..


Gerisini getiremedi. Sen hocasın işte anla. Ne var bunda? İlk ben miyim hocasına ilgi duyan? Hem sen hocasın. Sorunları çözmelisin. Hem hocasın hem erkeksin. Sorunları iki kere çözmelisin.

- Dünya yanlış anlamalarla dolu. Bak sana anlatayım. Geçen gün bir arkadaşla bir kebapçıya gittik. Acılı ezmeden düşen bir parça onun tırnağının kenarında kaldı. Benim gözüm o birşeyler anlatıp elini salladıkça acılı ezme partikülünde. “ İki çay biri demli olsun” diye garsona seslendi bizimkisi. Sonra benim dikkat etmediğim garson iki çay biri açık demiş mutfağa doğru. Onu eleştiriyordu sonra bana..
- Hocam anlamıyorum.
- Dur dur bak gerçek bi olay bu. Sonra çaylar geldi açık gibi gözükeni ben aldım. Bu bana hararetle iş hayatından anlatırken tırnağındaki acılı ezme çay kaşığına oradan da çayına karıştı. Sonrada o normal olacak diye korkup eleştirdiği çayı acılığından demli zannederek hiç eleştirmeden içti bitirdi.
- Öyle mi ilginç olmuş gerçekten.. Ben gideyim artık derse geç kalacağım..
- Yine beklerim ve teşekkür ederim. Resimler bende kalsın. Yarın gelir alırsın.

Yüzünde tatlı bir gülümseme, biraz şaşkınlık, biraz zamanda donmuşluk, biraz az önce neredeydim duygusu, biraz utanç, biraz sınırları kırmanın büyütmüşlüğü kapıdan çıkıp gitti. Gidişine şöyle bir yazı yazdı ressam.

“Deniz ağır çekimde dalgalanıyordu...” yazı devam etmedi. Deniz deyince aklına yarım kalan resmi gelmişti. Tuvaline giderken söylendi:

“Sadece bakışarak yazılacak hikayeler lazım sadece bakışarak. Nerede eski hikayeler.. Diyalogların curcunasında akıl karışmadan okunabilecek, girişi, gelişmesi, sonucu olan hikayeler”

Sonu başladığı yere dönmeyen, kalemin ucu bittiği için yarım bırakılmak zorunda kalınmayan. Hikayeler, resimler...

18/1/2004 Veronica

O milyonlarcasından sadece biriydi. Kıvırcık saçları arkasında size baksa gözleri, her an ağlayacakmış sanırdınız. Hiç görmediği St. Petersburg’da doğmuş. Eğer bir gün eline bir hayalini gerçekleştirme fırsatı geçerse oraya gideceğini söylüyor. Minicik bir ağzı var Veronica’nın. İncecik narin elleri.. O ağızdan boyundan büyük sözler dökülüyor çoğu zaman. Elleri kendinden beklenmedik bir güçle yönlendiriyor tezgahlarını. Annesinin izinden gidiyor sonunu farklı umarak.. On seneyi geçmiş burada artık gezmediği yer kalmamış. Tutsak düşmüş Türkiye’de.. En çok da “bülbülü altın kafese koymuşlar..“ diyor. O kafes bülbüle ait bile değilmiş. Ona göre mutluluklar da kişilere ait değil. “Hep başkalarının mutlulukları bunlar” diyor. “Eğer mutluluk olsaydı ben görürdüm” diyor. “Çok gezen çokbilirmiş” diyorum gülüyor.

Mutlaka birşeyler satın alırım Cumartesi günleri Rus Pazarından, Veronica’dan. Evimde her ne kadar eski moda gözüken şey varsa oradandır. Eskiseler de hala kullanılabildikleri için tercih edilir ucuz Rus pazarı malları. Yok olsalar da kimse üzülmez, arkalarından ağlamaz gösterişsiz eşyaların.Oysa Veronica çok güzel. Yanlış yerde duruyor diyor insanın aklı ona baktıkça. Sonra aniden farkediyor herkes yanlış yerde duruyor o zaman.. Sanki tesbih taneleri gibi saçılmış insanlar sağa sola.. Aynı tesbihten gelmişler gibi belli ki hüzünleri aynı, gülüşleri aynı, esnemeleri gıdıklanmaları nedensiz.. Eski bir ip, görünmez, bağlıyor birbirine dağılmış insanları..

18/1/2004 Cemil

- Buyrun Cemil Bey. Lütfen oturun, nasılsınız?
- Başlayalım mı?
- Haha çok sabırsızsınız bakıyorum da. Geçen sefer anlatmadığınız birşeyler var galiba?
- Bu sefer bitiricem.

Endişelenmiştim aslında. Sohbeti daha fazla sürdürmeden sandalyeme geçtim. O da önümdeki kanepeye arkası bana gelecek şekilde uzandı. Beni görmesini istemezdim hastalarımın. Hemen karşı duvardaki 12 insan figürüne bakar birini seçer ve anlatırlardı içlerindeki her şeyi. Dinlerdim sadece. Soru da sormazdım. Anlatmaya başladı.

- Vicdan azabı çekmiyorum doktor. Çünkü daha önemli bir şeye dönüştü. En azından benim için öyle. Zaten onu pek sevmemiştim. Nereye gidersem gelirim seninle demişti anlıyor musun doktor?

Anlamıyordum. Vicdan azabı çekiyor olacağını düşünebileceğim bir şey yapmıştı. Ve bunu onu seven birine yapmıştıç Başını biraz sağa çevirdi ve devam etti.

- Çok sıkılmıştım hayattan. Mutlaka değişik birşey yapmalıydım. Ona sordum. “Moğolistan’a bile mi?” dedim. Şaşırdı önce, şaka yaptığımı zannetti. Bir hafta sonra herşeyim hazırdı. Ben hazırım ya sen dedim. Sevindi gibi geldi aslında. Çok sürmedi. O da hazırdı gelmeye.

Bunu biliyordum. Moğolistan’a gittiğini. Ancak bana biriyle gittiğini söylememişti. Bir kitap yazmak için yalnız kalmak gerektiğini düşündüğüm için olsa gerek sormamıştım. Bu kimin aklına gelirdi ki.

- Çok düşünmüştüm doktor. Yeterince düşündüğümü sanmıştım. Oysa kolay olmadı hazır olmak. Bir şeyler planlıyor sonra daha iyisini daha edebisini buluyordum. Herşey uygun olmalıydı ortama. Moğolistan ölüm demekti.

Endişelerimde haklı çıkmak üzere olduğumu hissettim. Gerisini duymak isteyip istemediğimi bilemedim. Şimdi sabırsızlanan ben olmuştum. Ancak ritmini bozmamak için ses etmedim.

- Onu nasıl öldürdüm biliyor musun?
- Hayır!

Ağzımdan kaçmıştı. Ardından birşey demedim. Çenemi tutsam olmazmıydı sanki! Bu ilk kez olmuştu. Oysa onlarla konuşmamak için arkalarına otururdum.

- Sence nasıl olmuş olabilir say bakalım?

Korktuğum başıma gelmişti. Cemil benle sohbete başlamıştı. Onu tekrar seansa geri döndürmem gerekiyordu.

- Uykusunda mı?

Bunu da nereden çıkarmıştım? Aklıma en masum cinayet şekli olarak gelmiş olmalıydı. Sanki onu germek istemediğimden yapmıştım bunu. Bunu söylerken yaşlı kadın resmine bakmıştım.

- Bu cinayet sayılmazdı doktor. Kurban öleceğini bilmeli bu onun hakkı.
- Peki nasıl? Anlatmaya devam et.. dedim
- “Söylemem doktor. Senin de belki canın ister” deyip güldü. Cevap vermemi bekledi belki ama daha çok beklersin dedim içimden. O devam etti.

- Karanlıktı. Bir de çok sert olmayan bir tipi vardı dışarıda. Onu karların içinde sürükleyerek taşıdım. Komşu çiftliğin sığır ahırına yakın bir yere bıraktım. Ceset taşımak çoğu filmde zor bir iş gibi gösterilir. İnan bana naylonla kar üzerinde kaydırınca çok hızlı yol alınabiliyor.

- Neden orta yere bıraktın?

- Ben orta yere bıraktığımı söylemedim doktor.

- Ya ne yaptın peki?

- Orta yere bıraktım. Doğru tahmin ettin.

- Ben de öyle demiştim.

Ne yapıyordum ben. Saçmaladığımı cümlenin ortasında farketmiştim. 2. kelime birincisinden sessiz. 3. sü daha sessiz çıkmıştı ağzımdan.

- Kurtlar doktor. O gece köye ineceklerdi. Tipi olan gecelerde görülmelerinin zor olduğunu öğrenmişler çünkü.
- Cesedi kurtlara mı yedirdin?
- Ceset kelimesini kullanmış olabilirim ancak doğrusu o henüz ölmemişti.

Artık dayanamıyordum. Bu oyuna ve bu seansa son vermek istedim. Ancak o zaman hem prensiplerimi bozmuş olacaktım hemde zayıf karakterli biri gibi gözükecektim. Zorladım kendimi. Ve.. diyebildim..

- Onu kurtlar öldürdü ben değil. Ben sadece yazdım. Çok uzakta değildim onlardan. Kulübenin içinde söylediği herşeyi kurtların nasıl hareket ettiğini. Ölümün ne kadar sürdüğünü herşeyi yazdım doktor. Ancak yayınlayamam. Çünkü o kitabı ben basarsam bazı kişiler şüphelenebilir. Ama senin kitapların var sen yazabilirsin.
- Ben cinayet romanları yazmıyorum.
- Olabilir yazabilirsin. Sevgi dolu katiller yazarsın. Kurbanının elini soğuyuncaya kadar tutan, ölümü içinde uzun uzun hissetmek isteyen sadece o an hariç herşey için sabırsızlanan, hızlı davranan katiller. Seri katiller yani.
- Seri katil hızlı katil demek değildir ki.Ardı ardına aynı şekilde cinayet işleyen yani.
- Bu konuda bayağı bilgilisin doktor..

Bunu söylerken ilk kez bana bakmıştı. Ona yardım edemezdim. Bu adamın akıl hastanesine kapatılması gerekiyordu. Kaşlarnı kaldırmış kocaman gözlerle bana bakarken gülümsüyordu. Saçları kıvır kıvır ve bence fazla uzundu. Çoğu da beyazlamıştı.

Canım önüne dön demek istedi ancak karşımda emirler verebileceğim biri yoktu. “Neden biraz uyumuyorsdun” dedim. O zaman tekrar uzandı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Önümde yatan adam birkaç yıl önce işlediği cinayeti sanki dün yaşamış gibi anlatıyordu. Muhtemelen her gün bunu düşünüyordu. Bana bir kitap yazdığından bahsetmişti ancak içeriğini bilmiyordum. Birkaç başarısız şiir denemesinden sonra bir Türkçe öğretmeniyle evlenmiş ve kendini edebiyata vermişti. Evliliğin bile bu olaya alet edildiğini düşündüm o an. Bu adamı ve hayatını bu kadar saçma bir saplantının peşine düşüren neydi?

- Peki Cemil Bey içinizde ilk olarak ne zaman birini öldürme isteği duydunuz?
- Üniversitede.
- Yaa.. biri sizi çok kızdırmış olmalı.
- Hayır kıskandırdı.
- Siz de onu öldürmek istediniz öyle mi?
- Çok aptalsınız doktor.
- Efendim anlamadım?
- Aptalsınız. Size güvenmekle hata etmişim..

Yerinden kalktı. “Size bugün bitireceğimi söylemiştim. İyi günler” diyerek kapıya yöneldi.

- Cemil Bey hiç değilse boşlukları doldursak?
- Merak ediniz doktor. Siz tamamlayınız. Eğer başarabilirseniz ne alâ. Yoksa birşey kaybetmiş de sayılmazsınız.

Bu onu son görüşüm oldu. Bir yıl sonra bir kitapçıda rastladım kitabına. Suç ve Zeka yazan Cemil Kayışov.

Kitabın arkasında bir fotoğrafı ve özgeçmişi vardı. Kısa özgeçmişte dikkatimi çeken, bekar ve Amerika’da yaşadığının belirtilmesi oldu.

9/1/2004 Sarı kaleme ithafen..

Tenis kortunun pek ışık almayan karanlık yanında gölgesi yüzüme çarptı. Önce kim veya ne olduğunu anlayamadım elbette. Yanına yaklaşınca yere çömelmiş tel örgülere bakıyor olduğunu gördüm. Ahmet naber? dedim cevap vermedi. Gözlerinin beyazını, onları hiç kırpmaksızın tellere bakışını seyrettim biraz. Ben ordada olmasaydım da o anda mı yapardı bunu bilmiyorum, bir sıçrayışta tellere asıldı. Ayaklarını istediği gibi konumlandıramadı ilk önce. Biraz çırpındı. Ellerinin kanamış olabileceğini düşündüm canım acıdı. “Sen bir cevhersin!” “İşlenmemiş bir cevher!” diye bağırıyordu. Yanında daha fazla durmak istemedim. Kaçarcasına çabucak ayrıldım yanından.

Ertesi gün öğleye doğru bankta oturmuşken geldi, yanıma oturdu. Bu sefer ismini söylemedim ona. Acaba Ahmet değil miydi ismi? Yanılmış mıydım? Kendine başka isim takmış olabilir miydi? Birşeyler söyledi. Çoğuna bir anlam veremedim. O nedenle yazmıyorum. Koştuğunu gördüm sonra. Yol kenarına dizilmiş ağaçlara tırmandı. Bir tanesini destek alarak hemen yanındakini tekmelemeye başladı. Ağaç yıllarca gömülü olduğu yuvasından ayrılmak istemiyor, her tekmeden ve iteklemeden sonra titriyor, silkiniyor, yapraklarını döküyor ama direniyordu. Ağaç direndikçe Ahmet sinirleniyordaha hızlı vuruyordu. Ağaç için çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Eğer yere yıkıldığı anda bunun nedeni başka birşey olsa yanına gider onun için ağlardım belki de. Oysa ben sadece bakakalmıştım. Ahmet yanıma gelip oturdu. Gitmek istedim. Orada bulunmak için hiçbir nedenim yoktu ve aklı başında her insan giderdi. Gittim. “Kuruydu zaten!” “Ölüydü zaten!” diye bağırıyordu.

Son kez onu gördüğümde bir sarmaşığa atlıyordu. Daha önce kimse tarafından ne kadar ağırlık tartacağı test edilmemiş, hesaplanmamış, hatta üst kısımlardan sağlam bir bağlantısı olup olmadığı dallar arasından fazla sezilmeyen incecik bir sarmaşığa. 1-2 metreydi uçurumun başladığı yerden uzaklığı. Bir çukurun uçurum sayılabilmesi için yeteri kadar derin olmasını, oraya serbest düşme yapacak objelerin yerle buluştuklarında fiziksel yapılarında meydana gelebilecek hazarların büyüklüğü ile ölçtüğümden çukuru rahatlıkla bir uçurum olarak adlandırıyorum.

Deli ile akıllının arasında bir yerde değildi. İkisi birden de olamazdı. Belki aynı anda iki kişi olamaz ancak delilikten aşağıda akıllı olmaktan ise yukarıdaydı. Bunların birleştiği yerde her ne varsa Ahmet’te yoktu. Gözlerine bakmaktan korkardınız. Hatta onun hakkında düşünmek sizi korkuturduç Onun hakkında hikaye yazdığınızda hemen ölmesini istemek zorunda kalırdınız ancak eğer siz bunu yapmadan önce o sizin kendisini öldürmek istediğinizi sezerse bu hiç iyi olmazdı. Elbette sizin için iyi olmazdı. Çünkü onun için her halükarda hava hoştu. Öyle bir senaryo kurmalıydınız ki onu öldüreceğinizi asla anlamamalıydı. Belki ölümden çok bahsederek bunu yapabilirdiniz. Ölüm hakkında onu konuşturmaya çalışabilirdiniz. Ancak söylediklerinizi anlamayacağı için bir işe yaramayacaktır. Ben de yapabileceğim en iyi şeyi yaptım.

Onu son kez gördüm. Anlıyor musunuz? Belki ona bir daha bakmadım. Belki adını değiştirdim. Belki de başka bir şekilde açıklanabilir ancak onu bir daha görmedim nihai sonuçtur. Çünkü son kez onu gördüğümde bir sarmaşığa atlıyordu. O havadayken “Nereden biliyor düşmeyeceğini” diye sordum kendime Elinin kaymayacağını, sarmaşığın kopmayacağını.. Olsa olsa bir deli olabilirdi. Ya da herşeyi sizin anlamayacağınız bir hızda hesaplayan bir dahi. Kimbilir belki de sarmaşık değildi atladığı. Ama onu en son gördüğümde sarmaşığı yakalamıştı. Emin değilim..

Cünkü onu bir daha görmedim.

9/1/2004 Ben

Kendimi nasıl gördüğüm veya nasıl hayal ettiğimle ilgisi yok. Bu bir benin hikayesi. Benim değil.

Tam da yanağında var olmuşum. Sevmediğim insanlar onu öptüklerinde bana nispet yaparlar gibi ıslanmam için. Kendimi silmek için kollara da sahip değilim. Yine de o yapardı bunu benim için. Bana her zaman dokunmazdı ya O nedenle katlanırdım öpülmeye ıslak ıslak.. Sadece kendine aynada baktıpı zamanlarda görürdüm yüzünü. Ancak ya sabah kalktığında çirkin haliyle, ya da insanlardan uzak kalmak istediğinde o mutsuz ifadesiyle.. Bu nedenle en çok kuaföre gittiği zamanlarda mutlu olurdum. Eğer saçları yanağına düşüp görüş açımı kapatmıyorlarsa.

Varlığımdan haberi vardı. Arada bir sağa dönerdi. Bilirim, beni hala ordamıyım, yani burdamıyım diye görmek için yapardı bunu. 3-4 kez bakışlarımız kesişti. Hatırladığım kadarıyla sadece bu kadar işte.

Onu seviyordum. Nasıl sevmezdim ki. Bazen düşünürdüm.. Ya örneğin bir su aygırının burnunda var olsaydım? Sürekli bulanık sularda hiç bir şey göremeyecek ve hatta bir ayna olasılığı da olmadığı için neye benzediğimi hiç bilmeyecektim.

Bu konu uzar gider. Ben ne olduğumu gayet iyi biliyorum. Ben bir benim. Sevdiğinin yanağında, açık renkli ufacık bir benim ben.

2/1/2004 Esin

“Sen hiç sarı ışık düşürdün mü tenine. Kendine aşık oldun mu?”

- Bunu ona söylemelisin belki.
- Nedenmiş onun saçları...
- Ne var saçlarında?
- Söyleyeceğim.

“Özenli bir çizgiyle ayrılmış saçları. Gülümseyen bir çizgiyle. Esmer bir şelale gibi akıyor omuzlarına. Işık oyunu, gölge oyunu gibi, gülüyor”

- Bak bunu ona söyleyebilirsin.
- Ona herşeyi söyleyebilirim. O beni dinleyen tek kişi.
- Hem seni dinliyor hem de gülümsüyor mu? Garip..
- Anlamıyorsun.

“Taksim meydanında ayakkabının topuğu kırılsa ne yaparsın? Oysa o bunu gülerek anlatıyor. Kesinlikle yanımda olmalı”
- Kiminle konuşuyorsun?
- Esin’le :)
- Esin de kim?
- Boşver.
- Bu bir kız adı!
- Bu anlamını kendisinin bile bilmediği bir isim. Kız adı diye aşağılayamassın!
- Birincisi aşağıladığımı nerden çıkardın? İkincisi anlamını neden bilmesin?
- Farkında mısın bilmiyorum ama kadın gibi konuşuyorsun.
- Nasıl yani?
- Kıskançlık seziyorum.
- Aaa üstüme iyilik sağlık!

Evet devam etmedi. Ya da ben öyle sandım.

- Orda mısın?
- Evet ama darıldım sana.
- Ben hissettiğimi söylerim. Onu kıskanmana gerek yok.
- Onu görmek istiyorum.
- Olur. Görürsün ama önce iznini alman gerek.
- Verir mi ki?
- Sanmam.
- O zaman izinsiz göreyim?
- Olur mu hiç. Ben Esin’in arkasından iş çevirmem.
- Bunları yazdığını biliyor mu?
- Hayır.
- Ee?
- Bu iş çevirmek sayılmaz.
- Sen iste veya isteme. Ben onu görmeye gidiyorum.
- Suç bende. Ne meraklı olduğunu düşünmeliydim.
- Bu kız ufacık birşey. İncecik narin bir dal gibi.
- Saçlarını gördün mü?
- Toplamıştı. Şelale falan yoktu.
- Yaa?
- Ayrıca gülümsemiyor ve topuklu ayakkabı da giymiyordu.
- Ya..
- Evet gidip onunla tanıştım. Oh canıma değsin!
- Hiç problem değil.
- Nasıl yani?
- Seni asla hatırlamayacak.
- Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?
- Bana da aynısını yaptı. Hayatımda ilk kez biriyle ikinciye tanıştırıldığım halde hatırlanmadım.
- Yaa?
- Gerçi o sıralar saçları toplu değildi ve topuklu ayakkabı da giy..
- Aman tamam neyse..
- Kızdın mı?
- Yok niye kızacağım. Bu akşam yeterince bahsettin şu sinir kızdan ben sıkıldım. Koy beni çekmeceme.
- Tamam.

Başka bir kalem alıp yazmaya devam etmek istedim. Olmadı tek başıma yapamadım. Esin demek konuşmak demekti çünkü. Susarak yaptığı şeylerin bir önemi yoktu benim için. Ya da konuşarak yaptığı şeylerin yanında susarak yaptıklarının bir önemi yoktu aslında. Onu daha iyi tanımak hiç istemedim. Tanıdığım kadarıyla zaten iyiydi. Bunun iyi bir şey olması için onu iyi tanımama gerek yoktu. Konuşan kalemimi çekmecesine koydum. Yanına da beyaz bir sayfa. Dayanamayacağı yazmak isteyeceği türden uçuk sarı, yağlı bir beyaz sayfa.. Son gördüğü şeyi yazacaktı. Ben de bu yazdıklarını Esin’e okutacaktım. Hemen ışıkları söndürüp başımı yastığa koydum. Ama uyumak gibi bir niyetim yoktu. Komodin hemen yanımdaydı. Çekmeceden gelecek sesleri dinlemeye koyuldum. Epeyce direndi yazmamaya. Ya da epeyce direndi yazmaya. Her neyse. Sonunda önce ayağa kalktığını anladım. Kendi etrafında bir kaç kere dönüp bir silgiyi dayanak yaparak ayağa kalktı. Minik adımlarla dönerek uçuk sarı beyaz sayfanın üzerine geldi. Çekmeceyi açıp onu utandırmayı istedim ancak o zaman yazacaklarını asla elde edemeyecektim. O yazarken çıkardığı sesler uykumu getirmiş olacak uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda ilk işim çekmeceyi açmak oldu. Bu kadar güzel resim çizebildiğini bilmezdim. Evet her zaman iyi bir yazar olmuştur ancak bensiz ilk kez resim çizmişti. Kağıdı elime aldım ve uzun uzun Esin’in yüzüne baktım. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme, sanki “ Evet gülümsüyorum ancak acını anlıyorum. Bunu bildiğini bilirken hala gülümsüyorsam sen de öyle yapabilmelisin. Çünkü umut hiç tükenmeyen birşey olduğu gibi gülümsemek için de nedenler hiç tükenmez” diyordu.

Yine yapacağını yapmış hem yazmış hem de çizmiş diye düşündüm. Konuşan kalemimi çekmecede yattığı yerden alırken saçlarını toplamış Esin’in resmine bir kez daha baktım. Kalemin topladığı saçlarda sanki bir güvercin gördüğümü sandım. Gülümsedim.

27/12/2003 Hakan

Bıçağın ışıltısı yüzüme gelmesin diye özel bir çaba harcıyorum. Bu şekilde kesmek daha zor oluyor. Hem de sol elimdeyken. Her zamanki gibi acaba bunu biri farkeder mi diye kısa bir an düşünüyorum. Pencereden bakmak istiyor canım. Sık sık istersiniz bunu. Bir kaç ağaç gördüğümü sanıyorum. Sadece emin olamayacağınız kısa bir anda ağaçları düşünüyorum. Maydanozlar ağaçta yetişmiyorlar. Maydanozları yemem gerekip gerekmediğini düşünüyorum kısa bir an, yemeğime geri dönüyorum. Çevremde oturan pek fazla kişi yok. Komik bir biçimde hepsi aynı şekilde sallanıyorlar. Bunda ne var ki diyorum içimden. Ben de sallanıyorum. Buna engel olmaya çalışacak değilim. Yeniden dışarıya bakıyorum beşamel soslu patatesimi çiğnerken. Bu sefer güzel gözlerime takılıyor gözüm. Gözlerimin çerçevesinde fon sürekli değişiyor. Zaman gibi akıp gidiyor ve ben bir damla yaş ile resmi tamamlıyorum. Hayır hayır kimse görmüyor ağladığımı. Çünkü bunları zaten sadece hayal ediyorum. Yemekli falan da değil zaten vagon. Hiç yemekli bir vagonda seyahat etmedim. Nasıl bir şey olduğunu düşünüyordum kısa bir an.

Ankara’ya gidiyorum Hakan’ı görmeye. Daha çok var mı varmama bilmiyorum. Ellerimi kavuşturmuşum. Saatime bakasım yok. Kol saati kullanmam. Ellerimi kullanarak iç cebimden çıkarmam gereken cep telefonumdan ve saatinden bahsediyordum. Her neyse. Pencereden dışarı bakmamın bir anlamı yok. Dışarısı karanlık. Uyurum diye gece yolduluğu tercih etmişim ancak trende uyumak çok kolay değil.Mika eşya raflarından insan yüzleri yansıyor ard arda. Bu komik bir manzara.Nesi vardı eski metal rafların diyorum içimden. Şu ilerdeki kız hala bana bakıyor mu acaba? Yol boyunca kaç kere kesişti bakışlarımız.

Gözlerimi kapatıyorum. Bu kez hayal kurmak için değil. Sıyrılmak istiyorum tüm duygularımdan, sonra ardımda bıraktığım şehirden, insanlardan. Hem o sırada aynı vagonda bulunan hem geçmişimde kalan. Çok takıntılıyım bu konuda kabul ediyorum. Gerçeklere dayanamayınca yine haayllere dalıyorum. Çünkü Ankara’da çok kalmayacağım ve yine geri döneceğim. Herşey eskisi gibi olacak.

Yavaşlıyor tren. Beceriksiz tren sürücüsü (makinist kelimesini hiç sevmem) frene biraz erken basıyor. Açmak istemediğim ellerimi açarak öndeki koltuğa tutunuyorum ki kafam çarpmasın. Hazır fırsat varken saate bakıyorum az kalmış son durağa. Eylemsizlik mi diyorlardı buna diyorum gözümü kapattığım gibi. Evet diyor gözlüklü çilli bir kız. Saçlarını iki yandan toplamış. Kocaman tokaları var. Sen diyorum benim yarattığım bir hayal olamassın çok klasik bir tipin var. Hemen hemen bütün Amerikan filmlerinde sinir kızları sen canlandırırsın diyorum. Oralı bile olmuyor. Aslında diyor eylemsizlik hiçbirşey yapmadan oturmaktır. Ben de sıra bana geldi diye düşünüp hayır diyorum eylemi olmayan cümlelerdir. Bir kaç edebi örnek sıralamak istiyorum sinir kız hayır hayır diyor.. İnsanların kendilerine karşı yapılan haksızlıklara hatta başkalarına yapılan haksızlıklara da ses çıkarmadan eylem yapmadan evde oturmalarıdır eylemsizlik diyor. Elimin tersiyle itiyorum sinir kızı. Başka şeyler hayal etmek istiyorum. Tam yeni bir konu seçmeye çalışırken sırtımda bir ağırlık hissediyorum. Sinir kız sırtıma atlamış beni boğmaya çalışıyor olmalı.. Hiçbir zaman yeni ve tanımadığın bir düşman edindiğinde onu arkana almamalısın diyorum kendi kendime. Uyanıyorum ki bilet kontrolcüsü adam (kondüktör kelimesinden nefret ederim) sırtıma dokunuyor. Aslında adamın elleri öyle büyük ki hem enseme hem omuzuma hem de hem de sırtıma aynı anda dokunabiliyor. Geldik delikanlı hadi uyan diyor. O anda sinir kızı unutmak için kesiştiğimiz kızı arıyor gözlerim mika yansımalarda. Çoktan yerinden kalkmış olduğunu görüyorum. Benden bir cevap beklemeden giden bilet kontrolcüsü için şöyle diyorum sessizce. Zatyen uyanıksam neden uyan diyorsun. Yok uyuyorsam neden konuşuyorsun. Ama kızamıyorum ona o kadar üstün zekalı olsa başka bir iş yapardı hem iyiki uyandırdı yoksa ne zaman uyanırdım kimbilir. Tren duralı ne kadar olmuş bilmiyorum. Ama hala insanlar var peronlarda. Gözüm Hakan’ı arıyor. Çok geçmeden de buluyor. Sarılamayacağı kadar uzaktan kollarını açıyor. Bu çocuk sevgisini göstermekten çok hoşlanıyor diyorum içimden. Ama benim canım kollarımı kaldırmak istemiyor. Elbette kavuşturmuş falan değilim. Bu yürürken dengesizce olur. Hatta trenden inerken peronla tren arasına düşebilirsiniz. Hakan mutlu. Yüzünden anlaşılıyor Aslında gözlüklerinden bile anlaşılıyor mutlu olduğu. Gözlerinden diyemeyeceğim çünkü diğer insanlardan farklı olarak gözlükleriyle bir bütündür Hakan. Çıkardığı zaman onu asla tanıyamassınız. O da sizi tanıyamaz çünkü göremez. Bir tek soğuk ortamlardan sıcak ortamlara girdiğinde buğulanan camlarını silmek için mecburen çıkarır gözlüklerini. Bu detayı bana anlattığını hatırlıyorum. Tüm bunları düşünmek için epey zaman harcadığımı ve Hakan’ın kollarını bir kilometre ilerden açtığını düşünebilirsiniz ancak ben çok kısa bir anda birçok şeyi düşünebilecek hıza zaten sahibim.

- Vay kardeşim çok özlemişim yaa diyor.
- Ben de diyorum ama aslında onun kadar özlememişimdir muhtemelen. Hiç onun kadar sevemedim herhangi birşeyi.
- Anlat nasıl geçti yolculuğun diyor

Hep birşeyler anlatmamı ister. Dinlemeyi de seviyor. Hatta beraber geçirdiğimiz zamanların en az ¾ ünde ben konuşmuşumdur. Yanyana yürürken pek yüzüne bakmam insanların. Bir saniyeliğine bakıyorum onunla konuşurken. Bu çocuğun sakalları hiç eksik olmayacak yüzünden. Yeni traş bile olsa hep belli oluyor diyorum. Ama içimden. Elini de omzumdan indirse iyi olacak. Amma da bayılıyor dokunmaya ama söylemeyeyim, alınır mutsuz olur diyorum. Şöyle sağa doğru açılarak yürüyorum. Aptal olmadığı için anlıyor indiriyor ancak kendimi rahatsız hissettmemem için bu sefer sol omuzuma dokunuyor bir iki kez.

- Vay kardeşim ya harbiden çok özlemişim diyor.

Çok tutmadan elini bana ait olan omuzdan indiriyor. Şimdi daha rahatım. Konuşmaya başlayabilirim diyorum.

- Araban nerede? Sorusu şüphesiz duymak istediği şey değil ancak ona anlatacağım o kadar çok şey var ki. Zaten sonradan duyacakları karşısında alacağı zevk ona bütün patavatsızlıklarımı unutturacak.

Ona bütün gece sabaha kadar başımdan geçenleri anlatıyorum. Bazılarını sansürleyerek. Kah merak ettirerek kah edepsiz bir açıklıkla hiç durmadan konuşuyorum.

Normal zamanların aksine onunlayken işime ve diğer şeylere döneceğim aklıma gelmiyor. Sadece söylüyorum o da dinliyor.