8 Eylül 2010 Çarşamba

Ikna 3

Jack özenle tam ortasından ikiye katlanmış kelebek çıkartmalı renkli kağıtları, zarflarından birer birer çıkarıp göz gezdirmeye başladı.
J- (Gülümseyrek) Beni tanıdıysan Samara bunları beni seyrederken okumayacağımı da biliyor olmalısın.
S- Aslında Sevgili Jack karşımda okumanı ben de tercih etmiyorum. Tek merak ettiğim riske girip bana getirdiğin zarfı bunları okumadan bırakıp bırakmayacağın.
J- Risk mi? O halde beni tanımamışsın diyebiliriz. Çoktan tanımış olman gereken Jack eğer istersen bunu seve seve yapardı.
Dr. Lambert başını ellerininin arasına almış bunlar neden bahsediyor diye düşünüyordu. Bir an Samara’yı o hale getirenin Jack olabileceğini hissetti. Boşuna vicdan azabı çektiğini söylemiş olamazdı. Şu anda her halükarda onlara müdahele etmesini gerektirecek bir durum yoktu. Ancak anladığı kadarıyla Samara’da kendisinin göremeyeceği şeyleri bizzat Jack’in inşa etmiş olabileceğini de anlamıştı.
S- Evet Pietro. Zarfı elbette bırakacaksın. Ama sen mektupları okuduktan sonra onu açıp okuyacağım.
Jack başını kaldırıp Samara’ya baktı. Sonra gözlerini zarfların üzerinde sağa sola hareket ettirerek Samara’ya içinden mektupların belli bir sırası olup olmadığını sordu. Samara mektuplara bakarak tekrar Jack’le göz göze geldi. Başını iki yana salladı. Jack bir saniye kendilerini izleyen kameraya bakarak tekrar Samara’ya döndü. Samara omuz silkerek iskemlesine yaslandı. Jack Samara’nın odasında göz gezdirdikten sonra kaşlarını kaldırarak içinden ona burada daha ne kadar durmak istediğini sordu. Samara arkasına dönüp bir kaç saniyeliğine pencereden dışarı baktı, ardından Jack’e bakıp gülümsedi. Jack de Samara’ya gülümseyerek elini uzatarak içinden kendisiyle şimdi kalkıp bu odadan çıkmasını söyledi. Samara elini uzatarak kırmızı kurdeleli zarfı aldı ve tekrar arkasına yaslanarak ciddileşti..
Dr.Lambert yerinden kalkarak bu saçmalığa bir son vermeye karar verdi. Jack Samara’nın mektuplarını koltuğunun arasına sıkıştırarak ayağa kalktı. İki arkadaş birbirlerine sarıldılar. Bu sırada Dr.Lambert kapıya gelmişti.
D- Gidiyor musunuz Bay Statham?
Yüzünde biraz kızgın biraz hayalkırıklığına uğramış bir ifade vardı.
J- Evet doktor. O’na iyi bakın. Görüşmek üzere.
Samara yeni şeylerin başlaması için birşeyleri bitirmek gerektiğine inanırdı. Bu nedenle anlamı ne olursa olsun hayatındaki şeylerin çok azına kökten bağlıydı. Bu temel duygusu onu, her sıkıldığı şeyi etrafındakilerle birlikte söküp atan acımasız (özellikle kendine karşı) bir insan haline getirmişti. Yıllar içinde Samara’nın hayat bahçesi delik deşik bir tutarsızlıklar silsilesi haline dönüşmüştü. İçinde bulunduğu sahneyi de bitirmek için arkasını dönerek yatağına ilerledi. Jack orada daha fazla durmak istemedi. Dr. Lambert’in sessiz ve düşünceli eşliğinde klinikten ayrıldı.
Havaalanına gitmeden önce bir kafede mola vererek mektupları okumaya karar verdi. Ne de olsa Samara en fazla 1-2 saat zarfı açmadan durabilirdi.
Derin bir nefes alıp zarflarına bakarak hangisinin daha eski olduğuna karar verip mektuları sıraya dizdi. İlk zarfın içinde kısa bir not vardı:
Şimdi beni iyi dinle sana hayatımın en önemli cümlesini söyleyeceğim! Ben hayattan keyif almak ve acılarımı azaltmak için çocuk gibi davranıyordum. Ama benim bu tavrım senin bana çocuk gibi davranmanı gerektirmez. Hatta sana bu hakkı vermez!
Jack kaşlarını kaldırarak gözlerini açtı. Dudaklarını bükerek zarfı kenara koydu. Sıradaki zarftan nisbeten daha uzun bir mektup çıktı. Samara bir gün içinde klinikte yaşadıklarını yazmıştı. Ardından başka bir mektupta eski günlerinden bir anı kargacık burgacık bir yazıyla yazılmıştı. Jack kimi zaman Samara’yı dünyanın en güçlü insanı olarak görür kimi zamansa korunmaya muhtaç bir evsiz olduğunu düşünür onun için üzülürdü. Mektupları okurken hissettiği şey de tam anlamıyla buydu. Ona ulaşmanın yüzyüze yapılacak bir konuşmayla olamayacağını, ancak ve ancak kendi kendini değerlendirebileceği bir dünyaya kapı açacak bir yazıyla olabileceğini tekrar farkederek kırmızı kurdeleli zarfı düşünerek gülümsedi.
Sıradaki not Jack’i belki de ilk kez beklediğinden fazla sarsacak; Jack bir kahve daha ısmarlayarak notu ikinci kez okuyacaktı:
Ben her zaman hayatımın bir amacı olduğuna ve yaşarken o amacı keşfetmeye inandım. Geçmişte ve bugünümde yaşadığım şeyler, yaptığım seçimler, katlandığım durumlar bu inancın birer sonucuydu. Alex’le bizim departmanda işe başvuranların CVlerini incelerken seninkini görünce işe alınman için elimden gelen herşeyi yapmıştım. Hatırlarsan çok özel bir önsöz yazmıştın ve o anda anlamıştım ki eğer beni iyice tanırsan hayatımı bana iyi özetleyebileceğini düşünmüştüm. Seninle konuşabilecek, herşeyi paylaşabilecektim. Hayatımın amacını bulmakta bana yardım edebileceğine inanmıştım. Çok uzun zamandır yalnızlık çekiyordum. Bunun için seninle o kadar yakınlaştık ki sen gelmeden önce belli adımları atılmış Alex’le duygusal bir ilişki bile onun kıskançlığı nedeniyle hiç başlayamadı. Senin için yaptığım ve vazgeçtiğim şeyleri bir yana koyup bana çocuk gibi davrandığını düşündükçe deliriyorum!
Jack şaşkınlığının geçmesini ve öğrendiklerini hazmetmeyi bekledi. Sona bıraktığı küçük mor zarfı okumadan önce kahvesini ağır ağır içerken yorgunluğunu düşündü. Genel olarak tek kelimeyle özetlenmesi gerekse Samara “yalnız”, Jack ise “yorgun” birer insandı. Bütün enerjisinin ayaklarından çekildiğini hissetti. Böyle olmamalıydı diye söylendi. Etrafında akşamın geç vakitlerinde yüksek sesle neşeli sohbetler yapan insanları, masadan masaya uçar gibi servis yapan elemanları gördükçe yorgunluğu daha da arttı. Kahve fincanı ve ayrıntılarına kendini kaptırarak bir müddet zihnini dinlendirdi. Sonra bitirelim şu işi diyerek küçük mor zarfı açtı:
O zaman konuşamazdım. İçimdeki herkes bizi dinliyordu. Anlayabileceğini biliyordum. Ben de senin gibi iletişimin yüzyüze olamayacağını düşünüyorum. İnsanlar konuşurlarken sadece iki kişiler. Ama yazarken dört. Anlıyorsun biliyorum. Bana yazdığın hikayeleri hep yanımda taşıdım. Çünkü hayatımda ilk kez onlarla kendimi yalnız hissetmedim. Biri bir hikaye yazmıştı ve benim için o oradaydı.. Satırların arasında.. Herşeyden çok emin olduğum şey, herşeyden çok mutlu olduğum şey bu. Benim için biri vardı..
Jack notu katlayarak zarfın içine koydu. Sonra tekrar çıkartarak hangi durumda daha iyi hissettiğini anlamaya çalıştı. Samara onu şirkete ve kendi hayatına iyi yazabildiği için mi almıştı? Bu gerçeği içine atıp unutmalı mı yoksa yüzleşmeli miydi? Kendini toparlayarak durumu kendi lehine özetleyip öyle gitmeye karar verdi. Ayağa kalkarken “Demek herşey seni hikayeleştirmek ve seni sana yazmakla ilgiliydi. Bunun için mi hikaye kahramanı gibi davrandın. O halde istediğini aldın. Umarım hikayeni okuduğunda mutlu olursun ve onca vakti boşuna harcamış olmam” diye mırıldanarak kasaya doğru yürüdü.

6 Haziran 2010 Pazar

Dua

“Pencerenin önünde durmuş gökyüzüne bakıyordum. İçimde köpüğü giderek yükselen bir kaynayan duygular kazanı vardı. Hem çok şey yapabilecek kadar güçlü, bu gücü aşırı istemekten alan ben, aynı zamanda istediğim şeyin olması için yerlerde sürünüp kendimi aşağılayarak yalvaracak kadar zayıftım. Nefes alıp vermem zorlaşmıştı. Boğazımda giderek büyüyen bir yumru, yutkunmam bir tarafa nefes almamı bile istemiyor gibiydi. Dudaklarım büküldü. Karşı koymama aldırmadan istemsizce birkaç kez daha büküldüler. Dudağımı acıtmadan ısırdım. Gözlerimi kapadım.
- Allah’ım yaptığım iyi birşey mutlaka vardır! Ne kadar önemliydi bilmiyorum ama küçük de olsa iyi taraflarımın uğruna ne olur, ne olur bana yardım et!
Avuçlarıma baktım. Dua ederken onları yukarı kaldırıyorduk. Avuçiçleri yukarı bakıyorsa o halde bunun mutlaka bir anlamı vardır. Çizgilere baktım. Söyledikleri gibi bir anlamları olabilir miydi? Dua ederken yaptığımız önceden elimize çizili kaderimizi yazarına gösterip istediğimiz şeyi vermesi için doğru zamanın geldiğini anlatmaya çalışmak mıydı? Öyle ya zaten her dua karşılığını bulmuyordu. Her istediğimizin olmayışına bir hayır vardır diyerek kabul gösterip boynumuzu bükebiliyorduk. Çünkü belki de zamanı gelmemişti.
Yatağıma oturdum. Gözyaşlarım avuçlarıma aktı. Bunca üzülmeye değer miydi? Ağlamak birşey değildi benden birşey götürmüyordu. Beni seyretseydi bana üzülmezdi. Ağladı diye kimse terkettiği insana geri dönmemişti. Şimdi kapıdan bana baksa ağlama beni de ağlatacaksın derdi. Öyle ya senin üzülmeni hiç ister miydim? Seni hiç ağlatmak ister miydim?
Kendimi halıya attım. Tüylerini yolarak ismini sayıkladım. Belki de küçülmek istiyordum. Daha da aşağılık olursam terkedilmeyi haketmiş olacaktım. Herhalde savunma mekanizmalarımdan biri öyle olacağını sanmış olmalı ki düşünmeme bile fırsat vermeden refleks merkezinden onayları alarak bunu bana yaptırmıştı. Kendimi birilerinin huzurlu ellerine bırakmayalı çok olmuştu. Kendi bilincim ve benliğim dışında birilerine gözü kapalı güvenmeyeli çok olmuştu. En son hayatımın sonuna kadar güvenebileceğimi düşündüğüm kişinin gözlerine bakıp güven duygusunu hissedeli çok olmuştu. Bu güven hasreti yüzünden olsa gerek bana yaptırdığı şeyi sorgulamadan savunma mekanizmama güvendim.
Ağlayarak birşey istediğinizde verilir sanırsınız. Bebeklikten kalma bir alışkanlık olabilir. Ben bebekken de ağladığımda istediklerimi elde edemedim. Şimdi ne yapmaya çalışıyordum acaba?
Çok geçmeden ağlama nöbeti yerini yağmurda sokak kenarına sığınmış ıslak yavru bir kedinin mahzunluğuna bıraktı. Sanırım bu kez de kendimi acındırmayı deniyordum. İşin doğrusu, “Ben” kendime acıyordum. Hem de başlangıcını hatırlamadığım çok uzun bir zamandır acıyordum. Başkasının hangi konu ve mekanda olursa olsun bana acıdığını ise hiç görmedim. Aklıma sürekli güçlü olmak gerektiğini söyleyen annem geldi. Beni niye en zayıf halimle doğurdun anne o zaman? Niye en zayıf halimde beni en çok sevdin o zaman?
Yerden kalktım yine yatağıma oturdum. Yastığımı kucağıma alıp ona sarıldım. Kokusu hala üzerindeydi. Bir gün kokusu da kendisi gibi yastığımı ve beni terkedip gidecekti. Yastığıma daha sıkı sarıldım. Sanki ondan kalan bir ize sevgimi gösterirsem ruhu hisseder sandım. Yüzüne bakar gibi yastığa baktım..
İnanmak istemiyordum. Bu kadar derin bir sevginin ruhlar aleminde yok sayılabileceğine inanmak istemiyordum. Derin her ne varsa yeryüzünde ilgi görmüştü. Büyük ne varsa yeryüzünde insanları kendine çekmişti. Ruha inanıyordum, sevmeye inanıyordum, mucizelere daha doğrusu doğası çözülemeyen olmuş ve henüz olmamış her türlü işarete inanıyordum. Akşam vakti semtlerinin yakınından geçerken gözlerimi kapatıp ona yoğunlaşıyordum. Geceleri rüyasına girmek için ona yoğunlaşıyordum. Alışveriş merkezlerinde, metrolarda, toplu taşıma araçlarında, her türlü kalabalık içinde insan yüzlerinin arasında ona yoğunlaşıyordum. Bu şehrin aslında ne kadar kalabalık olduğunu işte böyle farketti seni ararken gözlerim.
Bu Ağustos’ta seni sevmeye başlamamın 4. yılı dolacak. Hayatımın en güzel doğumgünü kutlamasının 3. yılı.. Yine bu Ağustos’ta beni sevmemeye karar verdiğinin 2. yılı. Bu Ağustos’ta daha fazla mücadele edemediğimin 1. yılı dolacak. Dört,üç, iki, bir.. Bu geri sayım belki herkesin beklediğinden uzun sürdü, ama herşeyden iki günde sıkılan kalbime bile kısa geldi.. 9/8/10“
Pırasan
Cansız bedenini sabah okula giden çocuklar bulmuş. Onunla çok eskiden hemen her konuda sohbet ederdik. Herşeye başka bir gözle bakardı. Onu tanıyan herkes gibi ben de çok daha farklı yerlere layık olduğunu düşünürdüm. Son zamanlarında derin hüzünler içindeydi, bense kendi hayatıma dalıp onu yalnız bırakmıştım. Aylardır konuşmuyorduk. Bir daha görüşmeyeceğimizden emindim, hafızamdan silinmeye başlamıştı. İntihar mektubunu bir zarfa koymuş. Zarfta benim adım yazıyormuş. Bu mektupla ne yapmamı isterdi gerçekten bilemiyorum. Gazetede üzeri gazete parçalarıyla kapatılmış resmini görünce tüylerim ürperdi. Hatırlıyorum bir keresinde yüksek bir yerden atlayıp intihar edenlerin vücutlarının neden öyle değişik şekillere girdiğinden bahsetmişti. Söylediğine göre herkes atlarken ölmek istiyor ancak yere yaklaştıkça yaptığı hatayı anlıyor kendini korumaya çalışıyordu. Resimdeki gazete kağıtlarının altından en son ne hissettiğiyle ilgili bir ipucu yakalamaya çalışmıştım. Gazete kağıtlarının kapatamadığı kanlı bir avuç başının hemen yanında gökyüzüne bakıyordu..

24 Nisan 2010 Cumartesi

Ikna 2

Jack otel odasında tavana bakar vaziyette yatağında yatıyordu. Aklına bir an o sırada buruşmakta olan gömleği ve pantalonu geldi. Sonra içinden “Kırışırsa kırışsın öyle yorgunum ki şu anda kolumu kıpırdatacak halim yok, tüm evren şu anda bu yorgunluğuma saygı göstermeli” diye geçirdi. Tavanı incelerken beş dakikasını hiçbir yere varmayacak bu işle nasıl geçirdiğini sorgulayıp gülümsedi. Ani bir hareketle ayağa kalkarak bilinçsizce pencereye ilerledi. Perdeleri açtığında New York’un en kozmopolit meydanında sağa sola koşuşan insanları gördü. İçinden onlara katılmak geçti. Sonra hayalinde insanlara katıldı ama otel odasından onları seyretmekle aynı şey olmadığını anlayıp hayalinden vazgeçti. Bir yılını, kimsenin bilmediği bir yerde düşünce gücünü artırmak için yaptığı meditasyonlarla geçirmişti. Tamamen kendi zihninin ürünü olan ve hiçbir ustadan öğrenilmemiş, üstüne üstlük işe yararlığı kanıtlanmamış uygulamalarla geçirilmiş tam bir yıl. Bu süreçte hiç kimseyle muhatap olmadığından ne aşama kaydettiğini bilemiyordu. Eğer sudokuları daha hızlı çözmekle ilgili bir yetenek edinmek istiyor olsaydı bunu ölçmek hayli kolay olurdu. Jack Gregory Statham hayatın gizinin çözülemez olduğuna ve herşeye bir cevap bulmanın mümkün olmadığına inanıyordu. O halde bir yere varmak demek vardığına ikna olmak ya da vardığını başkalarına ispatlamak değil yalnızca buna inanmaktı. Ayrıca hangi konuda olursa olsun bir yıl uğraş verilirse mutlaka bir şeyler değişecekti.
O akşam eski dostu Alex Levrent ile buluştular. Alex büyük bir danışmanlık firmasında şirketler için finansal eğitimler hazırlıyordu. Jack’ten motivasyon konularında yardım alabileceklerini hatta dilerse finans eğitimlerini birlikte verebileceklerini düşünüyordu. Jack iş dünyasından öyle uzaklaşmıştı ki gerçekten yapmak istediği şeyin tekrardan bu dünyaya girmek olduğundan şüpheliydi. Onu ilgilendiren sadece insanlardı.
J-Her zaman keşke bir doktor ya da bir psikolog hatta bir öğretmen olsaydım diye düşünürdüm sevgili dostum Alex.. Eskiden kendime baktığımda hiçbiri olmadığına üzülürken bu bir yılın sonunda aslında hepsinden biraz olduğunu görüp mutlu oldum. Bir yılın ilk faydası bu oldu diyebilirim.
Beraber gülüştüler. Jack aniden “Samara nasıl?” diye sordu. Alex’in yüzü birden asıldı. Önündeki kül tablasıyla oynamaya başladı.. “Samara için yapacak başka seçenek kalmamıştı Jack” dedi. Jack birden endişelendi.
J-“Dostum, yoksa intihar falan mı etti?”
A- “Bilmiyorum ancak bunu denemiş olabilir. Ya da bunu denemesinden endişelenen ailesi çözümü onu bir kliniğe yatırmakta bulmuş olmalılar.”
J- “Ne zaman oldu bu?”
A- “Geçen sene dostum. Sen işten ayrıldıktan bir ay kadar sonra o da istifa etti.”
J- “Nerede oldugunu biliyor musun Alex? Önce onu görmeliyim daha sonra belki şu eğitim işini tekrar gözden geçirebilirim.”
A- “Batı kıyısında San Siego Hastanesi tımarhanesinde dostum. Ama altı ay kadar önce oradaydı daha sonra haber almadık. Belki hala oradadır.”
Jack o gece uyuyamadı. Samara konusunda nasıl olup da elinden birşey gelmiyor oluşunu da anlayamıyordu. Görünürde herkesle iletişimi normal kendi hayatıyla barışık olmaması için hiç bir nedeni olmayan bir kız neden bu hale gelirdi. Evlenip çocuk sahibi olamamak insanı hasta edecek derecede büyük bir eksiklik miydi? Samara’nın hayatta bunun dışında başka bir eksikliği yoktu. Ayrıca iyi bir adayla evlenmesi gerçekten zor olan birçok insana göre çok daha şanslı olduğu ortadaydı. Ya zorla evlendirilen kızların adetlere göre normal karşılandığı ilkel kültürlerden birinde yaşasaydı ne olacaktı? Acaba kişilik bölünmesinin nedeni de hayatına giren erkeklere göre kimi zaman evcimen kimi zaman güçlü, bazen zor elde edilir ve karmaşık bazense aptal ve komik kişiyi oynaması mıydı? Bu yolculuk boyunca gerçek amacından uzaklaşmış kendini oyunlara ve kişiliklerine vermiş sonunda onların esiri olmuş ve en nihayetinde hayattan mı kopmuştu. Jack dünyada insanın her koşulda yaşama savaşına devam edebildiğini biliyordu. Yeni doğmuş bebekler bile 1-2 günlükken çöpe atıldığında saatler sonra çığlıklarını birilerine duyurabiliyor mücadeleden vazgeçmiyordu. Hakkında belgeseller yapılan bir çok insan normalde pes edebilecekleri şartlar oluşmuşken hayata tutunmaktan vazgeçmemiş ve yaşamayı başarmışlardı. O halde nasıl bir insan yaşamak yerine ölmeyi seçebilirdi? Jack bir an güldü. İçinden Samara’ya “Sorun evlenememek ise en çirkin ve göbekli koca adayıyla evlenmek ölmekten daha iyi değil miydi?” diye sordu. Samara’nın ters ters bakışını hayal edebiliyordu. Onu kızdırmak hem çok kolay hem de çok zevkliydi. “Önce onu bir göreyim sonra neler olduğunu anlarız” diye düşündü.
San Diego Hastanesine bağlı Aurora Davranış kliniğinin bahçesinde birkaç hasta yakınıyla selamlaştı. Bir hastayı ziyaret etmek istediğini ve nereye başvurması gerektiğini sorup konuşurken hastaların kendisine bakmakta olduğunu farketti. Hepsi ilgilendikleri şeyleri bırakmış ona bakıyordu. İçinden “Muhtemelen kıyafetlerim yüzündendir” diyerek danışmaya giden merdivenleri ikişer ikişer çıktı. Danışmadaki hemşire telefonla ilgili birime bağlanarak “Samara Dickens’ın bir ziyaretçisi var Dr. Lambert” diye bilgi verdi. Jack kendisine gösterilen bekleme salonunda 10 dakika kadar bekledikten sonra Dr. Lambert geldi. Elini uzatarak “Merhaba Bay Statham. Samara’yı görmeye gelmişsiniz. Ailesini tanırım sanırım siz bir arkadaşısınız” dedi.
J- Evet doktor. Bir yıl kadar önce aynı işyerinde çalışıyorduk. Yurtdışında olduğum için daha önce gelemedim..
D- Samara ile sohbet ederiz ancak Jack diye birinden bahsettiğini duymamıştım. İsterseniz öncelikle odamda görüşelim. Sonrasında onunla görüşüp görüşemeyeceğinize bakarız.
Jack şaşırmıştı. Bu tür hastanelerin böyle kuralları olduğunu bilmiyordu. Ancak elbette bu çiçeğinizi alarak gidebileceğiniz hasta ziyaretlerinden biri de değildi. Jack doktorun odasına kadar arkasından yürüyerek ona eşlik etti. İçinden “Böyle kontrol düşkünü birinin Samara’ya ne faydası olacak bilmiyorum” diye geçirdi.
D- Evet Bay Statham. Samara buraya 9 ay kadar önce getirildi. Belki biliyorsunuzdur üç kez intihara kalkışmış. Her seferinde şans eseri hayatta kalmayı başarmış.
J- (Gözlerini açarak) İnanın doktor bu benim tanıdığım Samara’nın yapabileceği birşey değildi.
D- Biliyormusunuz bunu neredeyse tüm intihar edenler için söylerler. Oysa bunun nedeni intiharı gözünüzde çok büyütmenizden kaynaklanır. Siz hiç intiharın eşiğine gelmediniz mi?
J- (Şaşırarak) Tanrı korusun doktor! Bunu bir an bile düşünmemişimdir!
D- O halde size şöyle söyleyeyim bazen insan intiharı aynen uykuya dalmak olarak algılayabilir. Mesela yorgun argın işten gelmişsinizdir eve girer girmez yatağa uzanır ve iyi bir uyku çekmek istersiniz. İşte böyle insanlar hayattan çok yoruldukları zaman bir uyku çekmek isterler. Tek farkı sonradan uyanıp uyanmayacaklarını pek düşünmezler. Ki onların durumunda bunu düşünmelerini bekleyemeyiz.
J- Anlıyorum. Onu görebilir miyim?
D- Sabırlı olun Bay Statham öncelikle onunla yalnız görüşmenize izin veremem. Ayrıca bunu kendisi istemeli eğer sizi görmek isterse görüşebilirsiniz. Yalnız sizi uyarmalıyım. Kimseyle konuşmuyor ve oldukça saldırgan olduğu günlerin sayısı da hiç az değil.
J-Merak etmeyin doktor. Sanırım sizin göremediğiniz birşeyi o görecektir.
D- Neden bahsettiğinizi anlayamadım. Bu arada o elinizdeki nedir Bay Statham.
Dr. Lambert Jack’in elindeki kırmızı kurdeleli sarı zarfı işaret ediyordu. Jack son konuşmalarında Samara’ya bunun olacağını söylediğinde bu zarftan da bahsetmişti.
J- Bu duruma düşmesinde payım olabileceğini düşünerek vicdan azabı çekiyorum. Ona bu nedenle iyi gelebilecek bir hediye getirdim doktor.
Dr. Lambert o an Jack’in diğer aptal insanlar gibi olmadığını anladı. Belki 9 aydır bir arpa boyu iyileşme kaydedemediği Samara Dickens vakasında yeni bir boyut açılabilir düşüncesiyle Jack’e eski dostuna giden yolda eşlik etti.
Dayanıklı camın arkasında Samara yatağında oturmuş kitap okuyordu. Jack cama yaklaştığında Samara başını kaldırıp hayli şaşırmış gözükerek ayağa kalktı. Ne yapacağını bilemeden utanarak arkasını döndü ancak sonra durumu kurtaramayacağını anlayarak gülümseyen bir ifadeyle Jack’e baktı. Dr. Lambert Samara’nın tepkisinden etkilenerek Jack’le yalnız görüşmesinde bir sorun olmayacağını hissetti.
D- Kapı açık Bay Statham girebilirsiniz. Samara’nın bizden tek istediği kapısının kilitlenmemesi oldu. Biz de gerçekten sorun çıkmadığını gözlemlediğimizden açık bıraktık. Yarım saatten fazla kalmamanızı rica edeceğim. Acil bir durum ihtimaline karşı görevliler dışarıda bekleyeceklerdir.
Jack gülümseyen bir yüzle Samara’nın odasına girdi. Kollarını açarak Samara’yı sarılması için kendine çağırdı. O güne kadar kimse için istifini bozmayan Samara “Pietro!” diye haykırarak Jack’e doğru atıldı. Dr. Lambert şok olmuş bir ifadeyle “Bu O!” dedi.. Aslında orada durup onları izlemeyi ne kadar istese de bunun iyileşmeye etkisi olabileceği düşüncesiyle sorumlu bir davranış sergileyip odasına çekildi. Ayrıca oradan da kameralar aracılığıyla olan biteni izleyip dinleyebilirdi..

J- (Gülümseyerek) Evet Pietro’n geri döndü Samara.
S- Nerelerdeydin Jack! Burada ne kadar zaman seni bekledim biliyor musun! Tanrı biliyor ya bir Şükran gününü daha burada geçiremezdim. Şapşal Pietro!
Jack bir an bocaladı. Samara her zamankinden daha normal gözüküyordu. Onu neden burada tuttuklarına bir anlam veremedi. Yoksa bunu gerçekten kendisi mi istemişti?
J- Beni mi bekledin? Bana intihara kalkıştığını söylediler?
S- Ah evet 3 kez. Sonuçta ölmedim değil mi? Aklına hiç gerçekten bunu yapmak isteseydim ilk seferinde hatasız başarabileceğim gerçeği gelmedi mi?
J- Şaşırdım. Amacın neydi peki ne yapıyorsun burada Samara? Deli misin sen çabuk yürü gidiyoruz!
S- Odasına varmak üzeredir. Şimdi konuşamayız. Bizi duymamalı. Bu zarf da ne?
Jack artık zarfı verip vermemekte kararsız kalmıştı. Hatta oraya gitmekle iyi birşey yapmadığını bile düşündü. Şimdi Samara’nın amacı herneyse onu da bozmadan olan biteni öğrenmenin bir yolunu bulmalıydı. Odanın köşesinde kendilerini izleyen kamerayı gördü. Samara’ya başıyla masayı işaret etti. Kendisi pencerenin önünde duran tekli koltuğu masanın başına çekerek oturdu. Samara da iskemlesine kamerayı arkasına alarak oturdu. Gülümseyerek ve gözleri parlayarak Jack’e bakıyordu. Jack ise şaşkın ve söze nereden gireceğini bilemiyordu. Yanlış bir söz etmemek için buraya gelirken düşündüğü şeyleri önce aklından geçirdi. Ancak hepsi de şu anda anlamsız kalmıştı. Belki Samara’nın birşeyler söylemesi gerekiyordu ancak o da bunu yapamayacaktı. Görünen o ki sadece kendilerinin anlayacağı bir şekilde iletişim kurmaları gerekecekti.
J- Demek Pietro’yu bekliyordun ha? Peki Pietro’nun nerede olduğunu biliyor muydun bakalım?
Dr. Lambert not defterini eline almış, kulaklıkları takmış, gözünü ekrana dikmiş, her kelimeyi dinliyor gelecek cevapları sabırsızlıkla bekliyordu.
S- Nerede olduğunun önemi yok. Bunları vermek için bekliyordum.
Samara çalışma masasının dolabından bir ayakkabı kutusu çıkardı. Kutunun içinde Jack’e yazılmış bir sürü mektup vardı. Jack kutuyu alarak Samara’ya gülümsedi.
Dr. Lambert yaşadığı deneyimden büyük keyif alarak bir kahkaha patlattı. “Hadi bakalım Bay Statham. Benim göremediğim şey neymiş göstermenin zamanı geldi.” diyerek elini çenesinin altına koyarak olacakları izlemeye koyuldu..

4 Nisan 2010 Pazar

Nefretli Hatun Tekkesi

Chiara bir mabede girer gibi odasına girdi. Yüzünde ciddi bir ifade ile bilgisayarının başına oturdu. 12 yıldır çeşitli organizasyonlarda şarkıcılık yapıyordu. Bu akşam da bir programı vardı ve dışarı çıkmadan biraz moral depolamak istiyordu. Sırasıyla bütün sosyal ağ ve favori sohbet sitelerini açtı. Kollarını sıvadı ve yeni bir av aramaya başladı. Aslında av aramakla zaman kaybetmesine gerek kalmıyordu. Seçtiği isimler hedef kitlesindeki erkekleri kendine otomatik olarak çekecek cinstendi. Sonra iş pirinç ayıklar gibi insan ayıklamaya kalıyordu. Tekke’de ona internetin kraliçesi ismini takmışlardı.
Nefretli Tekke internetin Malta’ya gelişinin 3. yılında kurulmuştu. Özel bir araştırma konusu olsa, etkisi ve amaca ulaşma yüzdesi olarak dünyadaki tüm gizli veya açık terör örgütlerinden ilerde olduğu görülebilirdi. Ancak konusu ve sonuçları itibariyle ne suç sayılabilecek birşey yapıyordu ne de içerden biri tarafından ifşa edilme riski vardı. Çeşitli nedenlerle erkeklere düşmanlık besleyen çoğu çirkin, şişman fakat kendilerine güvenebilecekleri kadar bilgi depolamış akıllı kadınlardan kurulu bir organizasyondu. Her Cumartesi kurucusu Melanie Theuma’nın dublex villasında toplanır eğlenirlerdi. Sohbetlerin konusunun çoğunluğunu o hafta tuzağa düşürülmüş, gururlarıyla oynanmış erkekler oluştururdu.
Chiara kendisine nasıl olduğunu soran birine “Sanane?” diye yanıt verdi. Cinsiyetini soran bir diğerine bunu söyleyemeyeceğini bunu yapmasının özel bir amacı olduğunu söyledi. Kendi istekleriyle ağına takılanların dışındakilerle fazla uğraşmazdı. 1-2 saat içinde 4 kişiye o akşam için aynı noktada buluşma sözü vererek bu akşamki moralini depolayarak bilgisayarını kapattı. Bugüne kadar ne bu yüzden vicdanı sızlamış ne de başına bir olay gelmişti. Sahnedeki olağanüstü performansında bu acımasızlığın payı büyüktü.
28 tekke üyesi kadın Cumartesi toplantısı için villanın bahçesinde kurulu masalarda yerlerini aldılar. Eğlenceli ve neşeli yemekten sonra Melanie Theuma bir duyurusu olduğunu söyleyerek ayağa kalktı. Önce herkesi gülümseyen yüzüyle kısaca süzdü. Ardından hepsinin tanıdığı o ismi söyledi. Malta’nın en çapkın adamı bir diş doktoruydu. Hakkında duydukları şeyler nedeniyle hepsinin en büyük düşmanı sayılabilirdi. Nefretlerinin maddeleştiği, bir bedende anlam bulduğunu düşünülürse akla ilk gelecek isim Malta’nın çapkın diş doktoru Çağrı Tüzmen olabilirdi. Bu amansız Türk yıllar önce Malta yasalarının boşluklarından yararlanarak sadece bayanlara hizmet verecek bir muayenehane açmış ve ününe ün katarak hem zengin olmuş hem de tüm sosyetik güzellerle ilişki kurmuştu. Malta’daki hayatının tanımı bir Türk erkeği için cennetle eşdeğerdi. Güç, para, kadınlar, şöhret ve benzeri ne varsa hepsine sahipti. Özellikle geçmişte ondan hizmet alanlar ve kalpleri kırılanlar başta olmak üzere hemen herkesin yüzünde bir endişe belirdi. Bu çok fazla değil miydi? Bugüne kadar garantili operasyonlar yapmışlar hiçbirinde de başarısız olmamışlardı. Amaçladıklarının çok fazlasını elde etmiş, bir mutlu aile kurmuşlardı. Daha fazlasına ihtiyaçları var mıydı?
Melanie endişeli bakışları dindirmek için sözlerine şöyle devam etti:
“Biliyorsunuz sanal dünyada başlattığımız savaşı daha önce de reel dünyaya taşımıştık. Böylesinin daha tehlikeli ve kaybetme ihtimalinin fazla olduğunu biliyorum. Ancak bu sefer elimizde Mischa var. Kendisi kuzenim ve Ukrayna’da yaşıyor. Geçtiğimiz hafta uzun zaman sonra kendisiyle konuşurken söz Türkiye’deki tatiline geldi. Sonrasını tahmin edersiniz. Mischa yaptığımız şeye çok inandı. Çarşamba günü belediye sarayındaki partiye katılacak. Herşeyi ayarladım!”
Çarşamba günü Malta’nın önemli yerel günlerinden biriydi. Şehrin ileri gelenlerinin katılacağı bir davette ilk temasın kurulabilmesi için Melanie Mischa için davetiye ayarlamıştı. Mischa güzel sanatlar bölümü son sınıf öğrencisiydi. Sarı uzun saçları, masmavi gözleri ve kusursuz fiziğiyle kendine hayran bırakamayacağı erkek yok gibiydi. Öğrenimi süresince güzellik kavramını öylesine özümsemişti ki sergilediği her tavır, söylediği her kelime hatta düşüncelerinin güzelliği bile kendisine bakıldığında anlaşılabiliyordu. Çağrı’nın Malta’daki sicili neyse aslında Mischa’nın istemeden de olsa oluşturduğu geçmiş benzer denebilirdi. İkisi de ardında kırık kalpler bırakmış, düzinelerce insanı kendi hayallerine hapsetmişlerdi. Onlarla tanıştıktan sonra hayat her iki cins için de eskisi gibi olamıyordu.
Endişeli bakışları tam anlamıyla gidermek için Melanie Mischa’nın bir kaç fotoğrafının slayt gösterisini sundu. Nefretli Hatun Tekkesi’nde endişenin yerini merak almıştı.
Pazartesi günü Mischa Melanie’nin evine geldi. İkisi de birbirlerini görür görmez böyle bir vesileyle görüştükleri için utanç duygusuyla gülüştüler. İki gün boyunca Melanie Mischa’ya organizasyondan ve özellikle Çağrı Tüzmen’den bilgiler verdi. Çarşamba günü ne yapacağını sorduğunda Mischa gülümseyerek “Herşey bavulumda..” diye yanıt verdi. Melanie sevinçle ellerini çırparak bunu ancak sen yaparsın Mischa! diye çığlık attı.
Çağrı muayenehanesini kilitlemiş koltuğa gömülmüş cep telefonunu inceliyordu. Rehberde olmasını istemediği isimleri bir bir siliyor ve neredeyse yarısının kim olduğunu bile hatırlamıyordu. Bunu 2-3 ayda bir yapardı. “Nasıl olup da içlerinden silmek istemeyeceğim biri çıkmıyor” diye düşündü. Artık 33 yaşına gelmişti. Hayatının aşkını bulup eski düzenine bir son vermesi gerektiğine inanıyordu. Onu böyle olmasına biraz da şartlar zorluyordu. İyi bir neden bulabilirse şartları da kendini de başka türlü bir hayata ikna edebilirdi. Yerinden kalktı ve büyük ümitlerle smokinini giydi. Papyonunu sıkılaştırırken yüzünde bir gülümsemeyle aynadaki aksine bu gece herşeyin değişeceğini hissettiğini söyledi.
Son model beyaz Porsche’siyle belediye sarayının önüne geldi. Davet yarım saat kadar önce başlamıştı. Arabasını valeye teslim ederek merdivenleri büyük bir şevkle adımladı. Büyük salonun kapısı kapalıydı. Ceket ve papyonunu son kez düzelttikten sonra kapıyı araladı ve ışıklı salona adımını attı. Bir tanıdık görmek için başını sağa sola çevirdi. Gözleri istemsizce ileride arkası kendisine dönük olarak duran beyaz elbiseli kadına takıldı. Mischa balkonun altında gözgöze geldiği Melanie’nin başını sallamasıyla geriye döndü. Çağrı bu dönüşü kalbine hedeflenmiş bir okun yaydan fırlaması olarak algıladı. Beyaz ince kabartma desenli göz alıcı elbisesiyle, ışığın yansımaktan öte bir kaynak olarak çevresinde halelendiği, derinliğinde kaybolunan mavi gözlerle süslenmiş bembeyaz teniyle güzeller güzeli bir yüzün sahibesi, bir beyaz kısrağın yemyeşil çimenlerde özgürce koşmasını akla getiren şiirselliğinde ona doğru ilerliyordu. Saçları dokunulmadan ipeksiliğini kabul ettiren bu güzel de kimdi? Nereden gelmiş nasıl bunca zaman varlığından habersiz yaşamıştı. Kendisine 5 adım kala böylesini ömrü boyunca duymadığı ve asla benzerini bir daha duyamayacağı Ukrayna leylaklarından damıtılmış özel parfümün kokusuyla sarhoş oldu. Salona girerken kapıyı açmış ancak kapatmasına fırsat kalmadan donakalmıştı. Mischa sanki kendisine kapıyı açmış gibi gözüken Çağrı’ya başıyla teşekkür ederek yanından geçti. Son bir refleksle kapıyı bırakan Çağrı gitmesini istemediği bu afeti devranı engellemek için başka yapacak birşey tasarlayamadı. Gerçek şu ki bütün düşünceleri alt üst olmuştu. Oraya neden geldiğini henüz muayenehanesinden çıkmadan önce ne düşündüğünü hatta ismini mesleğini adını şöhretini bile an unuttu. Üzerine kapanırken ince narin sol eliyle kapıyı durduran Mischa bir hayaletin aniden görünüp kayboluşunu betimleyen bir hareketle eteklerini toplayarak kapı arkasında kayboldu. Çağrı’nın onu yerine çivileyen aklında kalan son görüntü karesinde, bir kere eğilip öpmek için herşeyini verebileceği beyaz pamuk elin yüzük parmağında parlayan bir alyans vardı.

28 Şubat 2010 Pazar

7. His

"Napıyosun Volkan?"
Volkan duyduğu sese her zamanki gibi geciklemeli tepki verdi.
"Hiç birşey Bahattin Bey. Operasyonun raporunu hazırlıyorum"
Bahattin Bey "operasyonun raporunu önündeki kağıtlara bakarak mı hazırlıyorsun" demek istedi. Daha öncesinde ise operasyon raporu hazırlamak hiçbirşey yapmamak mı oluyor diye aklından geçirdi. Ama sesini çıkarmadan işine yoğunlaştı.
Volkan'ın dışarıdan bakan biri için gerçekten birşey yaptığı yoktu. Arada bir kendisine düşünmek için vakit ayırmasa, bütün o karmaşık ilişkileri, hayatın üzerine üzerine saldığı ardı arkası gelmeyen her biri diğerinden daha karışık sorunları nasıl göğüsleyebilirdi. Yıllar geçtikçe kendisinde birçok şeyi değiştirmiş ancak bu düşünme araları değişmezi olmuştu. Bu şekilde hiç birşeyle ilk kez karşılaşmış gibi şaşırmıyor, kendisine sorulan sorulara ya da içine düştüğü durumlara hemen bir cevap veya çözüm buluyor; sonuçta yoluna devam edebiliyordu. Zaten devam edebilmek hayatındaki tek hedef olmuştu. Hiçbirşeyin bir anlamı ya da önemi kalmamış; en önemli şey yola devam etmek, bir anlamda yaşamak (ancak içeriği dolu bir yaşamak) olmuştu.
Yemek saatine yaklaşık sekiz dakika vardı. Önündeki kağıda "A" yazdı. Haftasonu için ailesinin yanına gideceği ve yapacağı işleri planladı. "Y" yazdı. Parasının ay ortasına doğru alacağı maaşı için gerekli işlere yetip yetmeyeceğini son değişikliklere göre tekrar hesapladı. Önünde duran kağıda tükenmez kalemle bir de "R" karaladı. Bu sabah insan kaynaklarından kızlarla öğle yemeğinden sonra kahve içmeye gideceklerdi. Bir miktar vaktini de öğle tatilini planlamaya harcadı. Bir bölümünü bilgisayar klavyesinin altına gizlediği kağıda "IC" harflerini ekledi. O sırada çalan telefona daha önce kafasında sıraya koyduğu kelimelerle cevap verdi. "Tamam bir dakika içinde gönderiyorum. Evet gönderiyorum tamam. Tamam." Zaten hazır olan operasyon raporunu göndermek için iki dakika daha beklemeye karar verdi. Operasyondaki yetkiliyle konuştuktan sonra "ALIK" kelimesini ekleyerek gülümsedi. Yukarıdan kendisine gülümseyen ve kendini izleyen bir şeylerin olduğunu hissederek mutlu oldu. Son iki dakikayı bu mutluluğu iyice anlamak ve içinde hissetmek için onu keşfetmeye çalışarak geçirdi. Ancak böylesi duygular geldiklerinde, kendi istekleriyle var olduklarından asla emin olunamazdı. Karanlıkta el yordamıyla yön bulmaya benzer, bir sonraki adımda nereye basacağınızı asla bilemezdiniz. Bu kesinsizlik işin gerçeği Volkan'ı mutlu ediyor, anı biraz daha uzatması için ona iyi bir neden sunuyordu. Hayatında hiç birşey için acele etmemişti. Adına yaşamak dediği gizin içinde zevk almayı sağlayan şey de, her şeye vakit ayırabilme üzerinde düşünebilme ayrıcalığından geliyordu.
Volkan yazdığı kelimeye baktı. Aslında hem ona sahip olduğunu biliyor hem de hâlâ sahip olmak istiyordu. Bu farkı yaratan şeyin ne olduğunu henüz anlayamamıştı ancak çok yakında adını koyamayacak olsa da ona sahip olacaktı.
O Cuma günü işyerinden her zamankinden daha geç çıktı. Normal bir insan bunun için içsel şikayetlerde bulunabilirdi ancak Volkan bunun bir nedeni olabileceğine inanıyordu. İnanmak bilmek gibi değildi. Bilmek için her bildiğiniz şeyi yeniden bildiğinizi farketmeniz gerekirdi. Oysa inanmak sadece bir kere tatmin olmakla alışkanlıklarınızı ya da kişiliğinizi sabitleyebiliyor, sonrasında yapageldiğiniz yada inanageldiğiniz o şey üzerinde her sefer yeniden yorum yapmanıza gerek kalmıyordu. İnsan bir kere hayatta herşeyin bir sebebi olduğuna ikna olduktan sonra, kendisine anlamsız bile gelse bazı şeyleri sorgulamaz olabiliyordu.
Hava kararmış ve hiç görmediği kadar sisliydi. Öyle bir sis ki insana bir bulutun içinde yürüdüğünü hissettiriyordu. Volkan sokakta başka kimsenin olmamasından keyif almıştı. Soluduğu nemli havanın akciğerlerinde her zamankinden farklı bir etkisi olduğunu hissediyordu. Havanın tadını bile alır olmuştu. Altından geçtiği söğüt dalları nemden ıslanmış, damla damla olmuştu. Tüm ağaçların altındaki kaldırımlar sadece oraya yağmur yağmış gibi nokta nokta ıslanmıştı. Volkan bu anın büyülü bir an olabileceğini farketti. İçinden aynı filmlerdeki gibi diye geçirdi. Gülümsemesine engel olamıyordu. Meleklerin bulutların üzerinde tasvir edilmesini düşündü. Ulaşılmaz gibi gözüken bulutların kendileriyle birlikte ulaşılmaz gibi gözüken daha pek çok şeyi yeryüzüne indirdiğini hissetti. Şu anda o henüz bilemediği her neyse yanındaydı. Ellerini iki yana açtı. Hayatında ilk kez etrafında daha önce hiç farketmediği yaşama titreşimleri alıyordu. Bu yaşamak, kendi hayatında tanımını çok kez yaparak altını çizmekten dolayı eskitmiş olduğu bir hayat tanımıyla pek uyuşmuyordu. Çok açık bir şekilde hissediyordu ki bu yaşamanın zevk almak hatta nefes almakla bile ilgisi yoktu. Biraz daha yoğunlaşınca bunun var olmakla ilgili olduğunu hissedebildi.
Gözlerini kapatmış yolunu ezberlediği sokağında evine doğru giderken tüm apartmanların varlıklarını, içlerindeki insanların mutluluklarını, kavgalarını, hayattan sıkılmışlıklarını bir bir hissedebildi. Bunu hemen her akşam eve giderken düşünürdü. Hayata anlam yüklerken kendini bir yere diğer insanları da bir yere koymuştu. Bu nedenle evlerin arasında yürümek demek diğerlerinin evlerinin, hayatlarının, mutluluklarının, kavgalarının, eksikliklerinin ve daha pek çok kendine fayda ya da tehdit sayılmayacak şeyin arasından yürümek demekti. Düşünmesine ya da tahmin etmesine gerek olmadan bunu nasıl hissedebildiğine bir cevap vermeden önce durdu. Bunu gerçekten öğrenmek istiyor muydu? Bunu öğrenmek neyi değiştirecekti? Bu durumu kendi kurgulamamıştı ki ihtiyacı olduğunda yineleyebilsin. Bu merakını susturması gerektiğini düşündü. Bu ansızın ortaya çıkan yeteneğin çiğ damlalarından, yoğunlaşmış su buharının iletim etkisinden kaynaklandığına inandı. İnanmayla birlikte bir tatmin ve rahatlık hissetti. Tekrar gözlerini açarak bu harikulade deneyimin yüzünde oluşturduğu gülümsemeyle evine ulaştı.
Ev arkadaşlarının yanında, kendisinden gizleyemedikleri her ne varsa hissetmekten dolayı gülümesine engel olamadı. Bu kendisine hiç yük oluşturmayan, rahatsız etmeyen empati müessesesini gereksiz kılan yeni hissini de yanına alarak iyi bir uyku çekmek için odasına çekildi. Uyumadan önce yatakta uzanırken odasındaki tüm eşyaların kendisini sevdiğini hissetti. Daha önce hissettiği kendi başına kaldığı duygusu yok oldu. Artık o ve eşyaları hissedebilen bir topluluk olmuştu. Bütün gece rüyasında ertesi akşam çıkacağı tiyatro oyunundaki rolünün provasını yaptı.
Ertesi akşam Volkan kuliste her zamankinden mutlu görünüyordu. Neşe ve Emsal koşarak yanına geldiler. Söylediklerine göre dışarıda çok enerjik harika bir kalabalık vardı. Volkan kendi zamanının gelmesini beklerken içinden rolünü tekrar etti. Sonunda elinde tekstleriyle yönetmen asistanı Bennu gelerek perde arkasına yaklaşma zamanının geldiğini hatırlattı.
Perde arkasında heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Gözlerini kapatarak kadife perdeye dokundu. Arkasındaki kalabalığın kıkırdamalarını duyabiliyor, mutluluklarını ise hissedebiliyordu. Arka sıralardakilerin daha önde oturamadıkları için hissettikleri ezikliğe kadar herşeyi duyumsadı. Kendi sırası geldiği zaman sahneye çıkıp rolünü eksiksiz sergilemeye başladı. Bununla birlikte seyircinin ilk dakikalardaki yadırgamasını, üzerinde gezdirdikleri gözleri hissetti. Biraz daha süre geçince hangi nüanslarından hoşlanmadıklarını ve ne yaparsa takdir edildiğini anlayabiliyordu. Rol rol olmaktan çıkmış insanları şaşırtan bir gerçekliğe bürünmüştü. Sanki oyun daha önce yazılmamış insanların beklentilerine göre o anda yazılıp oynanır olmuştu. Neredeyse bütün salon bu ilk kez gördükleri adamın insanüstü performansına kilitlenmiş, teknik anlamda tiyatrodan anlayanlar ise bu başarıya öğretilmiş bir isim koymak için kafa yoruyordu.
Volkan o akşam oyun sonunda alkışlanırken sahnenin kenarına yaklaştıkça alkışın şiddeti arttı. Sahnenin kenarı dünyanın ya da arkasında bıraktığı eski hayatının kenarı gibi göründü. Kendini bu coşkulu ve yalandan uzak kalabalığın içine atmamak için zor tuttu. Ağzı kulaklarına varmış bir şekilde kulise doğru ilerlerken aslında en büyük değişikliğin, eskiden beri tam ortalarına kalın bir çizgi çektiği "o ve diğerleri" düşüncesinin sonu olduğunu anladı.. Gerçek anlamda değilse de mecazi anlamda o günden sonra kendini sahnenin kenarından kalabalığın ve diğer insanların hisler dünyasının içine bıraktı.. Artık yalnız hissetmiyordu..

6 Şubat 2010 Cumartesi

Fatmalina Jolie


Kötü ışıklandırılmış salonun sağ tarafında eğlenmeye daha hevesli gençlerden oluşan bir grup vardı. Verdikleri tepkiler müzikle pek uyumlu gitmese de en azından Fatma'ya orada boşuna durmadığı güvenini veriyordu. Kıvırcık saçlarını yukarıdan yüzünün sağ tarafına sarkıtmış bir gözünü kapatmıştı. Tüylü boasını dövmesini göstermemek için boynuna dolamış koluna sarkıtmıştı. Sözleri kahır dolu ancak temposu aksine hızlı bir şarkıda sağa sola sallanırken birden sol tarafındaki kemancıyı farketti. Her zamanki gibi pantolonunu göbeğinin hayli üzerine çekmiş o uyuz uzun favorili halini görür görmez bunun bir kabus olduğunu anlayarak uyandı. Cenin pozisyonunu bozarak önce gerindi sonra rüyasını düşünüp gülümsedi. Ani bir hareketle yatağından fırlayıp zorunlu kullandığı ve bitmek tükenmek bilmeyen yıllık izinlerinden sekizincisinin ilk gününe her zamanki gibi herşeyi ardında bırakarak sıfırdan başladı.
Saat henüz sabahın altısıydı. Çoğu insanın aksine hayatı kendisine verildiği ya da ona uygun görüldüğü gibi yaşamak istemiyor her anının, her ilişkisinin onu tatmin etmesini bekliyordu. Bu olmadığında içinde bulunduğu şey bir ev, iş ya da arkadaş grubu hatta bir aile de olsa onu her an terkedebilecek zemini yaratmak için kendini hazırlamıştı. Para biriktirmişti, başka şehirlerde ve ülkelerde sıkı dostlar edinmişti, İstanbul'da düzenlenen tüm aerobik, latin dansları, taekwondo, aikido, meihuaquan,shuaichioa, thaichichuan, okçuluk, serbest dalış, kaya tırmanma, çamura saplanma, olta atma, buzda kayma kurslarına katılmış, neredeyse tüm karaoke barlarında eğlenmişti. Tüm bunlar herşeyin yolunda gitmesi için asla yetemezdi. Fatma başarıya ulaşmak için ismine "Angelina Jolie Yolu" dediği bir program uyguluyordu. Nasıl ki o tüm dünyaca kabul edilen örnek kadın, rollerin üstesinden gelmek için benzeri eğitimleri almış ve sonunda sadece filmlerde değil gerçek hayatında da her konuda başarılı olmuş en nihayetinde de herkesin peşinde koştuğu dünyanın en yakışıklı erkeğini elde etmişti; Fatma da bu şekilde başarıya ulaşacak eninde sonunda herkesin parmakla göstereceği bir insan olacaktı.
Yanındaki komodinin alt gözünde tuttuğu Angelina Jolie ortak albümünü özenle açtı. İlk sayfanın üst bölümünde Angelina'nın St. John reklamındaki atla çekilmiş bir dergi reklamı yapıştırılmıştı. Hemen altında Fatma'nın iki sene önce Mısır'da bir deve yavrusuyla çekilmiş bir fotoğrafı. İlerleyen sayfalardan birinde klasik Angelina ve tabancası pozunun hemen altında Fatma zıpkınıyla poz vermişti. Fatma bu albümü yapmaya daha yeni başlamıştı ve bu şekilde en az yirmi konuda kendini geliştirmiş yepyeni bir hayata kavuşmuştu. Artık o jeton gişesinde daha fazla çalışamazdı. Bütün gün küçücük bir aralıktan kendisine doğru itilen bozuklukları sayıyor karşılığında benzer şekildeki madeni yuvarlakları karşı tarafa iteliyordu.
Haftasonları gittiği güzel konuşma dersleri olmasa günlük konuşma kelime dağarcığı yirmiye inecek olaki derin sohbet yetenekleri olan yakışıklı bir adamla karşılaşsa rezil olacaktı. Gerçi o tipler jeton almaya pek gelmezlerdi. Nerede hayatın kıyısına bozuk paralar gibi itilmiş başarısız insan ya da beş parasız toy öğrenci tayfası varsa hepsi bütün gün karşısındaydı. Bazen camdan sesinin geçmeyeceğini düşünüp eğilen insanlara rastlardı. Bazense bunu yapmasına gerek olmayan boyları gişenin açıklığına Fatma'nın oturma mesafesine gelenler. Perşembeleri gittiği hayata olumlu bakma seminerleri de olmasa bazı günler sınırları zorlayan insanlardan birini tutup camdan içeri çekmesi an meselesi olurdu.
İnsanlarla uğraşmak, hem de dakikada ortalama 4 taneden günde 1.600'ün üzerinde insanla 20 kelimeden oluşan diyalogları yaptıktan sonra hayata tutunmak kolay değildi. Herşey ilk görüşte aşık olduğu bir ispanyol turistle konuşamamasından sonra kaydolduğu İspanyolca kursuyla başladı. Sonra bunu sınırlarını tanıma süreciyle büyüttüğü ve Angelina Jolie Yolu'nun gerektirdiği diğer kurslar izledi.
Fatma albümüne sarılmış bir şekilde tekrar uykuya dalmış 4 saat sonra annesinin sesiyle uyanmıştı. Annesi ev işlerinde yardım etmesi için kendisini çağırıyordu. Tüm hayallerini ve düşüncelerini odasında bırakarak evi silip süpürmeye başladı. Bir iki saatlik çalışmadan sonra azıcık dinlenmek için televizyonun başına oturdu. Annesi mutfaktan bir tepsi bir kaç ufak tencere ve içi dolma biberlerle dolu bir kapla salona geldi. Fatma gözünü televizyondan ayırmasa da annesinin bir makine mükemmeliğinde dolma biber saplarını azimle içeri gömüşünü ardından çekip çıkarışını sonrasında tohumları dökmesini duyuyordu. Tüm bunları kısa zamanda tamamlayan Türkan Hanım kızını yetersiz bulduğu konularda eleştirmeye başlamak için dolma biberlerin içini doldurmayı beklemişti. Fatma bir müddet annesinin yemek yapmayı öğrenmeden evlenilmeyeceğini, evlenilse de erkeklerin yemek yapamayan bir kadınla çok evli kalmayacağıyla ilgili önermeler içeren öğütleri dinledi. Fatma odasına çekilirken annesi erkeklerin yemek yapmayı iyi bilmeyen kadınlarla evli kalsa da evine bağlı olmayacağını olsa da mutlu olmayacağını anlatıyordu. Fatma yataktan Angelina albümünü yerine koymak üzere alırken albümün son sayfası açıldı. Alt kısmı henüz boş olan sayfada Angelina, yanında sevdiği adam ve biri kucağında üç çocuğu ile gülümsüyordu.

31 Ocak 2010 Pazar

A ile N ?


Nurdan Hanım telle tutturduğu tam ortasından kırılmış gözlüğünü çıkarıp düzeltti. Pozisyonu kaçırmamak için aceleyle yeniden taktı.
- Hay Allah'ın salağı!
Ali Bey keyifle kanepesine uzanmış Nurdan hanımın yorumlarına cevap veriyordu.
- Ben ne dedim atamaz bunlar Nurdan!
Nurdan Hanım ellerini dizlerine koymuş heyecanla bir öne bir arkaya kaykılıyor maçın son beş dakikasında Jaguaquarasporun bir gol daha atarak beraberliği sağlayıp sağlayamayacağını merak ediyordu. Nurdan Hanımın aklı bir yandan mutfakta ısınmakta olan tuğladaydı.
Ali Bey'le Nurdan Hanım'ın 35 senelik evliliklerinde başka ortak yönleri çıkmamıştı. Neyseki bu zaman zarfında televizyon icat edilmiş, TRT bir kaç kanal daha açmış, en nihayetinde Brezilya 3. liginin bir üst lige çıkma mücadelelerini bile yayınlar olmuştu da çift en azından haftada bir kaç kez iletişim kurmaya başlamıştı. Bu iletişim, yararsız gibi gözükse de aslında birbirlerine yabancılaşmamalarını sağlıyor, çoktan yuvadan uçmuş çocuklarının ayda yılda bir kendilerine bakan gözlerinde anne-baba olduklarının tek kanıtı gibi duruyordu.
Jaguaquaraspor Castroalves'e yenilmiş bir üst tura çıkamamıştı. Her Türk insanı gibi Nurdan Hanım da başta daha güçsüz gözüken (oyuncularının daha fazlası çelimsiz bacaklı ve uzun saçlı olduğu için) Jaguaquaraspor'u tutmuş hatta ilk beraberlik golünde kendini tutamayıp alkışlamıştı. Biraz sonra geçecek yalancı hüznüyle mutfağa tam kıvamında ısınmış tuğlasını almaya giderken Jaguaquaraspor'a ve futbolcularına bir kaç ağır eleştiride bulundu. Yalnız kalan Ali Bey televizyonda kendini oyalayacak bir kaç şey aradı. Bulamayınca kapatarak bilgisayarın başına oturdu.
Nurdan Hanım eski gazetelerden birini katlayıp ısınan tuğlayı aldı ve devamlı surette ağrıyan gobeğinin üzerine bastırdı. Tek eliyle mutfakta sağda solda duran bardakları tezgahın üzerine toparladı, bezelye yemeğinin üzerini kapatıp salona yöneldi.
Ali Bey bilgisayara oturmuş her zamanki okey sitesinde artık isimlerine aşina olduğu arkadaşlarıyla okey oynamaya başlamıştı. Nurdan Hanım bir saksı ya da bir sehpa gibi yerinden oynatılmadıkça farkedilmeyen eşyalara benzeyen Ali Bey'e hiç dikkatini vermeden doğruca televizyonu açmaya gitti. Senaryoları birbirinin kopyası ve hiçbir özgünlük içermeyen Türk dizilerinden konusunu daha çok hatırladığı bir tanesini bulmak için kumandanın en çok kullandığı düğmesine basmaya başladı.
Nurdan Hanımla Ali Bey'in 4 çocukları olmuştu. Çocuklarına vermeleri gereken her türlü insani duyguyu ve öğretiyi ellerinden geldiğince vermiş, kendilerince hayırlı evlatlara sahip olmuşlardı. Dışardan bakanlara göre de evlatların her biri birer pırlanta, adeta birer rol modeldi. Hepsi okumuş birer iş sahibi olmuş, kimseye muhtaç olmamış, hapse girmemiş, kötü alışkanlıkları olmamış, etraflarınca sevilip sayılmışlardı. Ancak onlar da büyürlerken anne-babalarının ayrı dünyalarındaki tek başınalığı benimsemiş kardeşten önce birey olmuşlardı. Her biri kendi anladığı ölçüde özgürlüğüne düşkün, yaptıkları sorgulanamaz (tercihen), kendi seçimlerinin bedellerini tek başına ödeme düşkünü insanlar olmuşlardı. Hepsi içlerinde diğer insanlarda gözlemledikleri normal bir ailenin özlemini çekerken bunun farkında olmamış bu eksiklik duygusuna bir isim ararken kimi işine, kimi arkadaşlarına, kimi ise sevdiğine veya hobisine gereğinden fazla önem vermiş ve bağlanmıştı.
Nurdan Hanım gün boyunca şifalı bitkiler kitabından bir kaç sayfa, maarif takviminden bir kaç yaprak ve günlük gazeteden bir kaç makale okuyarak akşam etmişti. Aynı zamanda aralarda biraz sonra ziyarete gelecek tek torunu için hazırlık da yapmıştı. Tek eksik sevgili gelininin en sevdiği turp salatası için alınacak yeşilliklerdi. Kocasını pazara gitmesi için bütün gün bir kaç sefer uyarmış ancak Ali Bey sürekli bitip yeni insanlarla yeniden başlayan okey oyunundan kafasını kaldıramamıştı. Nurdan Hanım her zamanki gibi söylenerek giyindi. Ali Bey'in bir kulağından girip diğerinden çıkan sözlerin duvarda çınlayan yankılarına kapının sertçe kapanışı eşlik etti. Ali Bey bir yanağına koyduğu sol elini kaldırmadan, diğer eliyle iyice uzmanlaştığı mouse'u kullanarak yerden bir taş çekip ıskartaya ayırdığı taşı yere attı. Hayatta başarılı olduğu bir iki konudan biri olan okeyi bırakması için sanki ancak ölmesi gerekiyor gibi davranıyordu.
Nurdan Hanım utancından dışarıda takamadığı telli kırık gözlüğünü yanına almadığı için tam göremeden seçtiği yeşillikler elinde eve geldi. Anahtarı almayı unutarak çıktığı için zili çalmak zorunda kalmıştı. Ali Bey'in oyunu bırakıp kapıyı açması geciktiği için eve girer girmez onu azarladı. Ali Bey geri döndüğünde oyuncuların masayı terketmiş olduğu için oyunun yarıda kesildiğini görüp küfürler etti. Aynı zamanda yeni masa açmaya çalışırken bilgisayarı kilitleyip yeniden başlatamayınca yerinden kalkıp televizyonun önüne oturdu. Bir futbol maçı ya da kolay anlaşılabilecek basit diyaloglar içeren bir yapım aramaya koyuldu.
Nurdan Hanım gözlüklerini taktığında pazardan aldığı şeylerin 2. sınıf kalitede olduklarını farketti ve kendisini kandıran pazarcılara ağır sözler sarfetti. Görünen o ki pazarcılara hakkını helal etmeyecekti. Bu kadar akşam vaktine kalmasına sebep olan kocası da sözlerden nasibini aldı. Öyle ya, hava daha aydınlık olsaydı yeşillikleri daha ayrıntılı görebilirdi. Gerçi yine kendisinin kalkıp gideceğini bilmiyor muydu, o halde niçin ona güvenip akşamı beklemişti. Sonunda kendisinde de kusur bularak sitemlerini tamamladı.
Yarım saat sonra kapı çalmış dünyada en sevdiği şey olan torunu gelmişti. Küçük Arda kapı açılır açılmaz babanesinin kucağına atladı. Henüz 3 yaşındaki torunları özel nedenlerden dolayı konuşmayı beceremediğinden salona doğru koşarak kendisini her zaman aynı yerinde bekleyen oyun çadırının içindeki kücük battaniyesini yere sererek üzerine uzandı. Ali Beyle Nurdan Hanım ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Bu Arda'nın en sevdiği oyundu. Küçük aklında bu eve gelmek demek onun için hep aynı mutlu oyunları oynamak demekti. Nurdan Hanım ve Ali Bey iki ucundan tuttukları battaniyeyle Arda'yı salladılar. İki kişi arasında insancıl bir bağı bilmeden de olsa kuran Arda neşeden paçalarını yukarı çekmiş dizlerini kıvırmış olanca mutluluğuyla kahkahalar atıyor kendisine sevgiyle bakan büyükbaba ve annesine kendi dilinde teşekkür ediyordu.