1 Kasım 2009 Pazar

28/7/2005 Ressam

"Senden sonra düşürmeye başladım elimden birşeyleri..” Bir mektup yere düşse kırılır mıydı? Hayır mı? O halde nasıl kırılıyor kalpler? Hem de yerli yerlerindeyken?”

Fırçasını yerden alırken düşünüyordu bunları. İçindeki resim yapma aşkı bitivermişti şövaleye takılıp düşen fırçayla. Pek de az işi kalmıştı aslında. Biraz deniz boyayacaktı şunun şurasında. İki üç sandal gölgesi, bir iki ışık oyunu yapıverecekti ne güzel. İlgilenecek birşeyler aradı yalvaran gözleri odada. Herşey onu ittiği için resim yapıyordu zaten. Oysa bilmiyordu herşey seni iterken yapılmazdı resim. Belki tam tersi olmalıydı. Söylemeye hatta düşünmeye bile gerek yoktu aslında..

Belki gözlerimi kapatırsam daha özellikli birşey yapmış olurum dedi. Hem böylece onu iten şeylede yüzleşmeyecekti. Gözlerini kapattı. İleriye doğru sürdü fırçasını. Tuvale dokunduğunu hissedene kadar dümdüz sürdü. Çok eskiden bırakmıştı araba kullanmayı. Sanki bir uçuruma sürer gibi hissetti kendini. Gülümsedi ister istemez. Onu seyreden keyifle yummuş gözlerini resim yapıyor zannederdi. Öyle de oldu..

- Gözleri açıkken müzik aleti çalan biri müziğin bir parçası değildir!

Şaşkınlıkla açtı gözlerini ressam. Sonra gülümsedi.

- “Hay Allah! Yoksa siz.. Herneyse..” dedi.
- Merhaba. Kusura bakmayın kapı açıktı. İçeri giriverdim. Yalnız olduğunuzu bilseydim..
- Hiç önemli değil zaten ben de sıkılmıştım.
- Hiç öyle gözükmüyordunuz!
- Öyle, öyle..

Genelde hiç “öyle” gözükmez ama “öyle” olurdu. Gözleri elaydı örneğin. Ama yalnızca güneş vurduğunda belli olurdu. İnsanların bu konudaki doğal yanılgılarından bıktığı için o dönemde çok zor bulunan kahverengi lensleri getirtti Avrupa’dan. Yeni atölyesi için biriktirdiği paranın hatırı sayılır bir kısmına kıyarak.

- Size birşey getirdim.
- “Öyle mi? Nedir?” dedi sevinerek.
- İçerideki masanın üzerine koydum.
- Teşekkür ederim neden zahmet ettiniz?

Acaba bu tatlı bayana bunca yakınlıktan sonra kim olduğunu sorsa mıydı? Ya da kendisini nereden tanıdığını..Aslında yüzü hiç de yabancı gelmemişti. Ama sanıldığı gibi görsel zekaları çok gelişmiş değildir resim yapanların. Sadece her sanatçı gibi incitmekten korkarlar.

- Ee nasıl gitti sergi? Çok resim satabildiniz mi?
- “Küçük hanım serginin nasıl gittiği ne kadar reism satabilmekle alakalı değildir!” demek istedi. Ancak (ancak hâlâ) ne demesi gerektiğini düşünmekle meşgul olmayı tercih ettiğinden “ He he” diyerek geçiştirdi. Doğal olarak bir sessizlik süreci başladı mekanda. Sonra şöyle dedi.

- Biliyor musunuz bazen kendimle konuştuğum şeyleri başkalarına anlattığımı sanıyorum.

- Nasıl yani? Yanınızda biri mi var sanıyorsunuz?

- Efendim?

- Hani kendinizle konuşurken birisi var sanıyormuşsunuz ya?

- Ben öyle mi dedim?

- Ya ne dediniz?

- Dedim ki bazen kendime ilk kez anlatmaya başladığım şeyler daha önce başkalarına anlattığım şeyler çıkıyor..

- Ne demeliyim bilmiyorum!?

- Aslında sizin dediğiniz de doğru. Bazen kendi kendime konuşurken karşımda biri varmış gibi davranabiliyorum.

- Evet..

- Bizim meslekte bile yalan vardır. Ancak farklı biraz.

- Anlatır mısınız?

- İnsanları kırmamak için her dediklerini anlamış onaylamış gibi yaparsınız.

- Ne gibi mesela?

- Mesela geçen bir tablom hakkında dakikalarca yorum yapan bir beyefendi vardı. Adam her halinden belli kendini herşeyi anlayacak, yorumlayacak, bilecek biri olaran konumlandırmış..

- Ee?

- Bir resmimin karşısında bana anlattı da anlattı. Kent insanının yalnızlığı bir yerde kentin kendi yalnızlığının insanlara yansımasıymış. Ben de bunu karanlıkta uzaktan gözüken gökdelenlerin silüetleriyle iyi anlatmışım, yer yer ay ışığı parlamaları varmış..

- Aa evet hatırlıyorum o resmi!

- Rica ederim sözümü bitirmeden sevinmeyiniz!

- (Gülerek) Ee sonra?

- Dinledim sonrası yok.

- E sözünüzü bitirecektiniz ya?

- E bitirdim ya farketmediniz mi?

- Yoo hayır..

- Ha ha o halde açık olayım! O resim ayakkabı fırçalamak için kullanılarak yıpratılmış eski bir diş fırçasının su birikintisi üzerinde kalan ucunun çok yakından resmedilmiş tablosuydu.

- Ya ay ışığı?

- Diş macunu kalıntıları..

- Ha ha size nasıl imreniyorum bilemessiniz!

- Ah küçük hanım detayları atlıyorsunuz oysa detaylarda gizlidir herşey..

- Öyle mi ne detayı?

- Diş macununun ayakkabı fırçası olarak kullanılmış eski bir fırçada ne işi olabilir kuzum?

- Aa doğru ya hehe .. Siz çok..

- Ben çok evet. O işte. Neyse. Birşeyler içer misiniz? Kola, Fanta? Meşrubat haha!

- Sağolun.. Aslında çok kalmayacağım. Öylesine uğramıştım.

- Biliyor musunuz? Ayakkabılarımı hiç boyatmadım. Boyatanları da anlamıyorum! Bence en onur kırıcı iş bu!

- Çalışmanın onur kırıcı yanı yoktur bence..

Ah sevgili küçüğüm. O fazla saldırgan olmamak için cümlenin sonuna koydupun “bence” seni aptal bir çocuk olmaktan kurtaramayacak. Ben ayakkabı boyatanların onursuz bir iş yaptığından bahsediyorum. Eğer öyle olmasa idi Ben hiç ayakkabı boyamadım. Bo çok onursuz bir iş derdim.

- Ben size soğuk birşeyler getireyim siz atölyeyi gezin biraz.
- Su lütfen..

İçinden “Ne ukala adammış. Acaba evlensek ne kadar zamanda soğurdum bundan” diye geçirdi. “Yine de çok tatlı. Hele gözleri.. Nasıl da akıllı bakıyor! Ne güzel.. İyi ki gelmişim..”

İçeri girdiğinde ilk kez karşılaşmışlar gibi geldi ikisine de. Kız 2 dakikadır görmediği eski hocasını özlemişti. 2 dakikada gözlerine dolan (kızların böyle bir yetenekleri vardır) hasret buğusuyla olacak ona bugün ilk kez böyle baktı. Ressam ise hâlâ onu tanımamış ancak bu sefer galiba birine benzetmiş olacak ona daha bir farklı daha bir uzun baktı.

- Suyunuz..
- Teşekkür ederim.
- Ben de etmek isterdim. Ancak bana getirdiğiniz şey sanırım gerçekten bana değilmiş!
- Ah afedersiniz. Ben yanlış anlayabileceğinizi hiç düşünmemiştim. Tanrım ne kadar da aptalım!
- Hayır hayır önemli değil gerçekten.. Acaba o resimler ne için?
- Ben fikrinizi almak için getirmiştim onları ama istiyorsanız size verebilirim(!)
- Acaba bir ressama resim hediye etmek istemenle ilgilimi konuşmaya başlamalıyım yoksa hediye karşıdaki istiyorsa diye verilmez diyerek mi söze girmeliyim?
- (Suyu içerek) Hocam..


Gerisini getiremedi. Sen hocasın işte anla. Ne var bunda? İlk ben miyim hocasına ilgi duyan? Hem sen hocasın. Sorunları çözmelisin. Hem hocasın hem erkeksin. Sorunları iki kere çözmelisin.

- Dünya yanlış anlamalarla dolu. Bak sana anlatayım. Geçen gün bir arkadaşla bir kebapçıya gittik. Acılı ezmeden düşen bir parça onun tırnağının kenarında kaldı. Benim gözüm o birşeyler anlatıp elini salladıkça acılı ezme partikülünde. “ İki çay biri demli olsun” diye garsona seslendi bizimkisi. Sonra benim dikkat etmediğim garson iki çay biri açık demiş mutfağa doğru. Onu eleştiriyordu sonra bana..
- Hocam anlamıyorum.
- Dur dur bak gerçek bi olay bu. Sonra çaylar geldi açık gibi gözükeni ben aldım. Bu bana hararetle iş hayatından anlatırken tırnağındaki acılı ezme çay kaşığına oradan da çayına karıştı. Sonrada o normal olacak diye korkup eleştirdiği çayı acılığından demli zannederek hiç eleştirmeden içti bitirdi.
- Öyle mi ilginç olmuş gerçekten.. Ben gideyim artık derse geç kalacağım..
- Yine beklerim ve teşekkür ederim. Resimler bende kalsın. Yarın gelir alırsın.

Yüzünde tatlı bir gülümseme, biraz şaşkınlık, biraz zamanda donmuşluk, biraz az önce neredeydim duygusu, biraz utanç, biraz sınırları kırmanın büyütmüşlüğü kapıdan çıkıp gitti. Gidişine şöyle bir yazı yazdı ressam.

“Deniz ağır çekimde dalgalanıyordu...” yazı devam etmedi. Deniz deyince aklına yarım kalan resmi gelmişti. Tuvaline giderken söylendi:

“Sadece bakışarak yazılacak hikayeler lazım sadece bakışarak. Nerede eski hikayeler.. Diyalogların curcunasında akıl karışmadan okunabilecek, girişi, gelişmesi, sonucu olan hikayeler”

Sonu başladığı yere dönmeyen, kalemin ucu bittiği için yarım bırakılmak zorunda kalınmayan. Hikayeler, resimler...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder